Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Sunday, May 28, 2017

Pınar Öğünç’le ‘Aksi Gibi’ Üzerine




Meslek söylemiyle “alanın tam ortasında duran” bir haber insanı, vicdan ve adalete sarılan yazılarıyla Türkiye’nin en özgün köşe yazarlarından biri Pınar Öğünç. Bu kez, farklı zamanlarda kaleme aldığı öyküleriyle edebiyat tutkunlarını selamladı Aksi Gibi’de olanca yalın hikâye ve dille oluşturduğu birbirinden güçlü öykülerini paylaştı. 


ÖZLEM KARAHAN

Okurların büyük kısmı gazeteci kalemini biliyor. Biraz daha yaklaşanlar, gazeteciliğe başlamadan çok önce yazma aşkına tutulduğunu öğreniyor. Yazmanın sende bir doyuma dönüştüğü ilk anı hatırlıyor musun?
Bugünden bakınca insan daha yerli yerine oturtuyor; çocukluğumda, ilk gençliğimde çok usulca, çok ihtiyaci nedenlerle girdi hayatıma yazma fiili. “Kızımız arka arkaya beş takla atıp sonra da amuda kalkıyor” gibi değil, doğal bir haldi benim için. Zaten herkes yazıyor sanıyordum. Sonrasında yazıyla ilişkimi temellendirdiğinden, bu çocukluk yanılgısından hoşnudum aslında. Büyük harfle anıldığını hissettiren, kimilerine mahsus kılınmış, yüceltilip lüzumsuz bir büyüyle sarmalanmış yazı ve yazma fikrinden hiç hazzetmedim. Asıl mesele, organ olarak gözü aşan bir kabiliyetle görmekte, algılayıp sorular sorabilmekte, hayatta olup bitenin içinden manalı kıymıklar kopartabilmekte bence. Buna daha mahir insanlar var ve işte bazıları tüm bunları kelimelere de dökmeyi tercih ediyor. İçinde böyle bir hakikat barındırmayan, bir dil minderinde arka arkaya beş takla atıp sonra da amuda kalkılan metinler okur olarak bana yetmiyor; hareketler şahane olsa dahi etkilenmiyorum bunlardan. Şu da var: Aklımda kalanı o, ilkokul üçte kuruyemişlere dair yazdığım şiirden beridir belki, kendimce iyi yazdığımı hissettiğim bir paragraf kadar beni doyuran başka bir şey de çıkmadı bu yaşıma kadar.
Uzun zamandır siyaset yazıları ve haberlerin yanı sıra yazıyorsun. Yayımlamak için neden bu kadar bekledin? Ya da neyi bekledin?
Zaten yazmanın bir biçimine, gazeteciliğe 23 yaşında başladığım için, yazdıklarımın kamusallaşması fikri bana uzak olmadı. Hiçbir zaman “Ben kendim için yazıyorum” diyenlerden değildim; bir hikâye kitabım yayınlansın istedim. Kafamın içinde, değişen bilgisayarlarımın masaüstlerinde açık bir klasör hep durdu, içindekiler değişti sadece. Bu sürecin esnemesinde yoğun iş temposunun da tesiri vardı ama asıl sebep sanırım kendimi ikna etmemiş olmam. On beş sene önceki hikâyelerimle çıkacak şey başka bir kitaba benzerdi. Belki bu da çok kötü olmazdı ama kendim de okuru olmaktan hoşlanacağım anlam gezegenine daha sonra geldim bence. Böylesi iyi oldu.