Pınar Öğünç, gazeteciliğiyle tanınan iyi bir yazar. Yakınlarda “Aksi Gibi” isimli, İletişim Yayınlarından bir öykü kitabı çıktı. Böylelikle Öğünç’ün iyi bir edebiyatçı olduğunu da keşfetmiş olduk. İnsani durumları, önemsiz gibi görünen detayları, şehir manzaralarını, “nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri”, tuhaf karşılaşmaları anlatan yeni ve dinamik hikâyeleri var Öğünç’ün. Görünen o ki, tarzı ve edebi tutumu, hem beğeni topluyor hem de bu ilgi giderek kemikleşecek bir okur kitlesi yaratacak gibi görünüyor. Öğünç’le kitabını, edebi ilgilerini, yazarlık yaklaşımını ve meselelerini konuştuk.
İSMET AYAZLI
Ben yazmayı zanaat olarak almaktan yanayım. Öyle büyük harfli, büyük tonlamalı edebiyattan da gazetecilikten de hazzetmem. İkisini besleyen kaynakların da çok benzer olduğuna inanırım. Benzer bir merak ve anlama arzusu. Gazetecilikle edebiyat, hakikaten birbirlerini de büyütürler de. Ama gönül bağı kurulacaksa önce dünyanın dört bir tarafında, içinde sadece edebiyat hayaliyle gazetecilik yapanlarla kurarım mesela. O arada bir yerde sıkışanlarla. Adını hiç bilmediklerimizle. Hiç bir kitabı olsun diye diretmemiş, belki bunu istemiş ama mecali yetmemiş olanlarla. Yazarak geçinme labirentine bir girdiğinizde bu zanaatla belli seçenekleriniz var hayatta, gazetecilik bunlardan biri ama edebiyat değil. Üstelik diyelim bir banka memurunun, bir doktorun mesaisinden geriye kalan zamanda yazmasına da benzemeyen bir yanı var edebiyat hayaliyle gazetecilik yapmanın. Hurufatla ilişkinizi yormayı göze alıyorsunuz demek.
Bilmiyorum Aksi Gibi’de öfkelerini saklayanlar mı çoğunlukta, artık saklamaktan vazgeçenler mi? Bazı fizik yasaları toplumların tabiatına da uyuyor. Bastırılan, yükselerek fırlıyor sudan. Bir gün bir grup kadın taciz eden erkeğe “yeter” diyor. Başka bir hikâyede apartmanın “en alt katındakinin” mektubu kapıların altından sessizce itilebiliyor. Öfke bir marka değil birbirinin aynı olsun, meyve değil tatları birbirine benzesin. Muhtelif çeşidi, kaynağı, rengi var. Ama benim açımdan şu kesin… Her tür eşitsizlikten mülhem öfke, bu öfkenin saklama kapları, patlama anları ilgimi çekiyor, gözümü o taraftan alamıyorum.
Ben “alay” kelimesini kullanmaktan imtina ederim. Bir kere zaten şefkatli alay olmaz. Alayda küçümseme vardır, üstten bakış vardır, mutlaka bir doz da zulüm arzusu taşır. İnsanın niyetiyle ettiği arasında fark olabilir, en azından ben böyle bir duyguyla başlamıyorum. Bu tespiti en net yakıştıracağımız “Hayvan Kaynakları” hikâyesindeki karşılaşmaysa, işten kaytardığında ne yapılacağını dahi bilemeyen, aylaklık, özgürlük, gevezelik gibi insana dair temel mevzularda amatör o “beyaz yakalı” bana daha ziyade hüzün verir. Bulduğu en parlak fikir olan Pangaltı’daki ev köpeklerini serbest bırakmak… ki aslında bu daha çok kendi “darlığına” bulduğu bir ilaç. Evet gülünç bir yanı da var belki ama onu neyin sersemleştirdiğini bilince kahkahalı bir gülme değil bu, başka bir şey.
Okur olarak, kitabından uzaklaştığımda beni bir hayat bilgisiyle bırakan yazarları seviyorum. Onların ayrı bir odası var içimde. Bu nasıl bir hayat bilgisi olabilir? İnsan ruhuna dair o ana dek tanımsız kalmış bir çapağın adını koyar, tabiatla kurulacak yeni bir ilişki biçimi önerir, diyelim geçmişi, yalnızlığı, kalabalığı kavrayışımıza bir ek yapar, belki toptan dönüştürür. Tanpınar da, zamanı, eşyayı, eşyayla birlikte zamanı, zamanla birlikte eşyayı kavrayışımızı değiştiren yazarlardandır. Okuyunca aynı kalınmaz. Evet, “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner”.
Kahramanın, anlatıcının “nereli” olduğu belli olmayan hikâyeler doğrudan “Türk ortamı” mı sayılıyor, bilemedim. Yok, adlı adınca “Kürt meselesini” anlatan hikâye diyorsanız, edebiyat zaten böyle “misyonlarda” çuvallar bence. Başka yan yolların da çıktığı, çetrefilli bir Türk-Kürt kesişmesi var zaten Aksi Gibi’de. Kitabın ilk ve de en uzun hikâyesi. Bundan sonra da olur, niye olmasın hatta?
No comments:
Post a Comment