Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Sunday, January 18, 2015

'Berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım'




Daha çok gazeteci kimliğiyle tanınıyor, oysa o kendini bildi bileli bir hikâye yazarıydı. Pınar Öğünç, nihayet demlenmeye bıraktığı hikâyelerini kitaplaştırdı. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Aksi Gibi’de Öğünç, ev içlerinden, ara sokaklardan, otoban kenarından, minibüs kuyruklarından, ıssız plajlardan sesleniyor. İçimizde ‘tatlı bir boşluk’ açılıyor.


YENAL BİLGİCİ

FOTOĞRAFLAR: MUHSİN AKGÜN 


Edebiyatta okurların –hatta yazarların bile- ihmal ettiği bir alanda yazıyorsun. Kısa hikâyeler ne anlama geliyor senin için?
- Zevkle abartacağım, kısa hikâye hakikaten çok lazım bir maddenin atomu gibi geliyor bana.  Neyin hikâye olduğunu ayıklayamayan, havada uçuşan hikâyeleri göremeyen birinin herhangi yaratıcı bir işi iyi yapması mümkün değil bence. İlla üreten tarafta olmak da gerekmiyor. Bu bir tür his, bir bakma biçimi. Bilerek ya da bilmeden buna sahip olanlar hayatta daha iyi dost olurlar, daha güzel severler, kendilerinden daha az sıkılırlar.
Hikâye yazmakta nasıl karar kıldın; yoksa onlar mı kendini dayattı?
- Çok erken yazmaya başladığım için bu cümleleri o zaman kuramazdım tabii ki, hangimiz birbirimizi bulduk bilmiyorum o yüzden.
Sen nasıl tarif edersin ‘Aksi Gibi’deki hikâyeleri?
- Tümünü birden tarif etmek zor. İyi bir hikayeyi bitirince hemen bir sonrakine geçemezsiniz, gözü kitaptan kaldırıp boşluğa baktığımız bir an olur, içimizde tatlı bir boşluk açılır. Hayata dair küçücük bir saçmalık, belki çok lüzumsuz bir bilinmezlik çözülmüş gibi gelir. Bir işe yarar. Böyle bir hisle, okuyanda böyle bir his bırakması dileğiyle yazdığım hikâyeler bunlar. Neticede berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım. 

Yazarken bir ritüelin var mı?
- Trende ters istikamette saatlerce okuyabilir, hareket halindeki şehirler arası otobüste yazı yazabilirim. Bilakis kalabalık, gürültü severim. Ritüel olayı bana ters.
Çocukluğundan beri yazıyorsun. Yazmak zaman içinde kolaylaştı mı?- Neticede biraz kas sistemine de benziyor, evet çalıştırdıkça gelişiyor ve bazı şeyler daha kolaylaşıyor. Ama tabii ‘harekete’ de bağlı.
‘Aksi Gibi’ içinde eşyanın hüküm sürdüğü bir kitap. Bir televizyon kumandasından, bir apartman kapısından, bi reklam panosundan, çöpe atılmış bez ciltli bir kitaptan, büfedeki bardaklardan doğan ya da onlarla yürüyen hikayeler…  Tesadüf mü yoksa özel bir ilgi mi gösteriyorsun eşyaya?
- “Onlar kendilerini bana fazla gösteriyor” diyeyim. Eşyanın ömrü, nesneler üzerinden biz canlıların kesişmeleri acayip geliyor bana. Genel olarak hayatın teferruatı, bu teferruatın gücü ilgimi çekiyor. Çok az insan bununla ilgili. Halbuki her şey teferruatta.






Hikâyelerdeki karakterlerin çoğu geçmişiyle bir şekilde hesaplaşma içinde. Bunun yaşadığımız zamanla mı ilgisi var, yoksa senin kendi zamanınla mı?
- Öyle mi? Geçmişle hesaplaşma falan bana büyük tamlamalar gibi gelir, tam nasıl başlar nasıl biter bilemem mesela. O hep açık bir klasör değil midir?
GAZETECİLİK BENİM ÜNİVERSİTEM
Çoğunluk seni gazeteci kimliğinle tanıyor. Oysa sen ilk iş görüşmene bile hikâye dosyanla gitmiştin. Nasıl oldu?

- Yazı çocukluktan beri hep hayatımın içindeydi. Yine de “Yazar olacağım ya da gazeteci olacağım” diye bir düşüncem yoktu. Hatta böyle meslekler olduğunun bile farkında değildim. Çevremde bir rol modeli de bulunmuyordu. Üniversitedeyken Nokta’da çalışan bir arkadaşım vardı; o zaman bu iş makul göründü bana. “Aa yazarak da para kazanılabiliyormuş” dedim. Ben de bazılarını el yazısıyla dosya kâğıtlarına karaladığım öykülerimi aldım, görüşmeye gittim. Rahmetli Fikri Nazif Ayyıldız’la görüşmüştüm. Güldü bana, sevdi de sanırım beni, “Yarın gel başla” dedi.
Gazeteciliğe seni edebiyattaki becerin soktu yani…
- Biraz şans oldu, evet. Hikâyelerle bir haber dergisine başvurmakta saftirik bir hal var ama bugün baktığımda tutarlı geliyor. Müdahale de etmiyorlardı Nokta’da. Kimse de “Başlık spot şöyle olur, kurallar budur” demedi. O hikâye hissiyle haber yapmaya başladım.
Edebiyatı besliyor mu gazetecilik?
- Gazetecilik mi edebiyatı besliyor, tam aksi mi, bilmiyorum. İkisi birlikte şekillendi bende. Hayata dair ne biliyorsam ben haber yaparak öğrendim. Gazetecilik benim üniversitem. Hem bir konuya hazırlığıyla, somut bilgi edinerek, hem de insanlarla konuşma kısmında. ‘İnsanlar nasıl konuşuyor’u gazetecilik yaparken öğreniyorsun. Sarf ettikleri kelimelere dikkat etmeyi… Teyp kaydı çözmek bu yüzden bir laboratuardır. O kadar girişken bir insan da sayılmam. Gidip hiç tanımadığım insanlara soru sormayı bana bu iş öğretti.

17. Ocak. 2015, Hürriyet

No comments:

Post a Comment