Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Monday, January 26, 2015

Okuma notları: Aksi Gibi, Pınar Öğünç



HİKMET HÜKÜMENOĞLU

1.
Pınar Öğünç yıllardır gazete yazılarını takip ettiğim ve çok sevdiğim bir yazardır. Bir öykü kitabı çıkaracağını duyduğumda çok heyecanlandım, hemen “2015 yılının en merak ettiğim kitapları” listemin en tepesinde yerini ayırdım. Bu hissiyatımda yalnız olmadığımı da gayet iyi biliyorum; edebiyata meraklı arkadaşlarımdan son haftalarda sık sık benzer laflar işittim. Neyse ki bekleyişimiz uzun sürmedi, Aksi Gibi yılın daha ilk ayında çıktı ve ben de çıkar çıkmaz alıp okudum. Bu arada başka bir kitap hakkında “okuma notları” yazmaya başlamıştım ama o şimdilik biraz beklesin. Yılın ilk yazısına bu kitabın daha çok yakışacağını düşündüm.
Pınar Öğünç’ün kaleminin ne kadar güçlü olduğunu bildiğim için öyküleri hakkında beklentim çok yüksekti. Hiç tanımadığınız bir yazarı okumaya yüksek beklentilerle başlamak çok tehlikelidir. Biraz da gaddarlıktır. Fakat en ufak bir hayal kırıklığı yaşamadığımı peşinen belirtmek isterim. Öyle ki kafamda bu yazıyı tasarlarken olumsuz anlamda eleştirebileceğim bir şey bulmakta zorlandım. Sadece iki şikayetim var, onları en baştan söyleyeyim, sonra kitabı övmeye başlayacağım.

2.
İlk şikayetim kapakla ilgili. Daha ilk gördüğümde kapak tasarımı hoşuma gitmemişti, kitabı okuduktan sonra iyice soğudum. Bence Aksi Gibi‘deki öykülere böyle buzdolabı kapağı gibi beyaz, parlak ve cansız bir kapak yakışmamış. İçi boş kibrit kutusu belki hoş bir çizim ama o da kapağı ilginç kılmaya yetmemiş. Fakat en fenası seçilen yazı karakteri. Onu tarif edecek söz bulamıyorum.
İkinci şikayetim ise Pınar Öğünç’ün cümleleriyle ilgili. Yazar bazı cümlenin içine çok fazla detay dolduruyor. Ve bu ağzına kadar dolu cümlelerden birkaç tanesi arka arkaya geldiğinde okur -belki sadece bu okur- durup soluklanma ihtiyacı duyuyor. Çünkü söz konusu detaylar gerçekten çok güzel ve hiçbirini kaçırmak, kaçırmayı bırakın, tam olarak hakkını vermeden bakıp geçmek istemiyor insan.
Diyeceksiniz ki, “O zaman sen de arada bir dur ve soluklan, arkandan kovalayan mı var?” Yok elbette. Ama birazdan bahsedeceğim üzere çok kısa öyküler bunlar ve tek solukta okunmayı hak ediyorlar.
Fakat genel olarak (sadık okurlarının bildiği üzere) Pınar Öğünç’ün nefis bir dili ve anlatımı var. O yüzden bu şikayetimde kararsızım. Gereksiz yere ukalalık mı ediyorum, emin değilim.
3.
Aksi Gibi’yi okurken sık sık şöyle düşündüm: Şu anda yaşamakta olduğumuz ülkeyi ve bilhassa İstanbul’daki bin bir türlü hayatı bu kadar iyi gözlemleyen başka bir yazar okumadım.
Bence Pınar Öğünç müthiş bir koleksiyoncu. Küçük anların ve kıymetli detayların arşivcisi. Bizim bakıp geçtiğimiz sahneleri, duyup unuttuğumuz sözcük öbekelerini o cımbızla topluyor, tozunu alıyor ve çerçeveleyip önümüze koyuyor.
“Kıymetli detaylar” diyorum ama çerçevelerin içindekilerin hepsi bizi mutlu edecek şeyler değil. Bazıları gülümsetiyor, bazıları içimizi acıtıyor. Aslına bakarsanız, çoğu sıradan hayatlarımızdan günlük kırıntılar. Fakat o çerçevenin içinde gördüğümüzde bize kıymetli geliyor normalde süpürüp atacağımız bu kırıntılar. Belki fazlasıyla tanıdık oludukları için kıymetliler. Belki, aynı detayların başkalarına da tanıdık geleceğini, onların da tıpkı bizimki gibi içini acıtacağını düşündüğümüz için. Belki bu sayede kendimizi daha az yalnız hissettiğimiz için. 
4.
Hiç tanımadığı (ve birbirlerini hiç tanımayan) okurlarının arasında görünmez bir bağ örmek, bana göre iyi bir yazarın en önemli becerilerindendir. Pınar Öğünç de sözcüklerden oluşan ve geniş coğrafyamıza yayılan bir ağ kurmuş. Öykülerin başkalarına da tanıdık geleceğini düşündüğümü söylemiştim ya, o başka okurların bazıları şehrin diğer ucunda, bize çok uzak bir köşesinde yaşayanlar olacaktır büyük olasılıkla. Bu kitabı okurken başka ve yabancı gibi kavramları bir defa daha gözden geçirme imkanı da çıkıyor karşımıza.
China Mieville, nefis romanı Şehir ve Şehir‘de aynı zamanı ve aynı toprak parçasını paylaşan, iki ayrı şehir kurgular. (Şeffaf kağıtlara çizilip üst üste konmuş, birbirinin boşluklarını dolduran iki şehir düşünün…) Bu şehirlerin sakinleri birbirlerini görmemeye şartlanmıştır. Sokakta yürüyen bir vatandaş, öteki şehirden bir vatandaşın yanından geçerken ona bakmaz. Baksa da görmez. Görse de hemen unutur.
İstanbul’da hayatın gitgide buna benzediğini düşünüyorum.
Birkaç yıl önce, Çağlayan civarında bir hastanenin bahçesinde zaman öldürmeye çalıştığım bir sabah, karşıdaki Belediye parkına gelen kadınlar dikkatimi çekmişti. Büyük bir coşkuyla spor aletlerini kullanıyorlar, yürüyüş parkurunda tempolu bir şekilde yürüyorlar, sohbet ediyorlar ve uzaktan göründüğü kadarıyla çok eğleniyorlardı. Adeta bir mahalle pikniği havası vardı. Kadınların hepsi kapalıydı ve uzun pardösüler giyiyordu. Etrafta tek bir erkek bile yoktu.
O zaman çok enteresan gelmişti bu görüntü bana. İyi veya kötü değil, sadece enteresan. Sonra aklımdan çıkmış. Aksi Gibi‘deki “Sokak kasları” isimli öyküyü okurken yeniden hatırladım.
5.
Bir de aylar önce yazdığım bir tweet geldi aklıma, aradım buldum. “Sizin yerinize köpeklerinizi dolaştırmaya çıkaranlar var ya. Dolaştırmıyorlar,” demişim.
Benzer bir konuyu “Hayvan kaynakları” isimli öyküde görünce çocuklar gibi sevindim. Bir yazar başka bir gün, belki başka bir semtte aynı manzaraya tanık olmuş ve bununla ilgili nefis bir öykü yazmış. Belki bu üzerinde durulmayacak türden bir tesadüf ama ben yine de çocuklar gibi sevindim işte. Çünkü öykü çok güzel, hatta bence kitaptaki en güzel iki öyküden biri. Diğeri ise ilk öykü olan “I love you Şermin”.
6.
Aksi Gibi‘yi oluşturan öyküler birkaç tanesi dışında son derece kısa. Çoğu üç-dört sayfayı geçmiyor. Sadece sözcük sayısı olarak değil, içerik olarak da minimalist denebilecek öyküler bunlar. Hatta bazılarının öykü ile karakter portresi arasında çok ince bir çizgide durduklarını söyleyebiliriz. Bu benim açımdan hiç sorun değil. Pınar Öğünç o kadar güzel karakter portresi çiziyor ki, o karaktere ait öykülerin giriş, gelişme ve sonuç kısımlarını kendi kendime hayal etmek bana keyif verdi. Fakat tüm okurlar benim gibi düşünür mü bilmiyorum.
Öykülerin birkaç tanesi absürt motifler içeriyor, hatta belki weird fiction dediğimiz türe yaklaşıyor. Ev sahibine aşık bir sokak kapısı var örneğin, ya da sahibini terk edip şehirde dolaşmaya çıkan bir göz (sahibi de, ne haltlar karıştırıyor gözümün teki, diye takip ediyor). Değişik okumalara açık metinler bunlar. Pınar Öğünç’ün kalemine ve kitabın genel havasına yakıştıklarını düşündüm ama en beğendiğim öyküler arasında yer almadılar.
7.
Birkaç alıntıyla devam edeyim:
“Ya bırak onu, bir de neye uyuzum, bu şehir köpekleri zengini fakiri biliyor. Öyle hırsıza, ayyaşa, deliye falan havlamak değil, bildiğin kıyafetinden ayırıyorlar. Ucuzundansa başlıyor ulumaya.”
“Öyle mi, ilginçmiş. Bir güvenlik riski mi görüyor acaba?”
“Adam kaldırımdan yürüyor işte. Ne güvenliği? Fakirin kokusu mu var lan, onu mu alıyor eşşeğin evlatları? Evde bunları ‘tut onu’ diye çalıştırıyorlar mı ne? (…)
“Hayvan Kaynakları”, s. 33
* * *
Nilgün o alemdeki her Nilgün, Sevda da her Sevda gibi, mesai saatleri boyunca telaffuz ettikleri fiyatları, sadece çalışmaya başladıkları ilk hafta garipsemişlerdi. İltica edilmiş bir ülkenin para birimine alışır gibi, sonra o rakamları bildikleri kura asla çevirmemeleri gerektiğini öğrendiler. Bu yorardı.
“Paket Lastiği”, s. 39
* * *
Ortaokuldaki edebiyat öğretmenim de Borges’in dediğini demişti, işe sevdiğim yazarları taklit ederek başlamalıydım. Peki ya insan hep başladığı yerde kalır, kendini birileri gibi yazmaktan alıkoyamazsa? Her yazdığı bir başkasının satırlarını çağrıştırıyor, okuyana çalıntı, taklit hissi veriyorsa? Söyleyeceği bütün sözlerin, hem de kullanmak istediği noktalama işaretleriyle birlikte çoktan söylendiğinden, illa yazmak için inat ederse en fazla birilerinin sesini çıkarabileceğinden emin olursa? Ben söyleyeyim, aynaya bakınca çok sevdiğiniz bir aktörü görmeye benziyor. İlkinde hoş bir fantezi ama bir müddet sonra çorba kaşıklarının tersinde deforme yüzünüzü arıyorsunuz. Bildiğiniz kabus.
“Bülent Ersoy taklidi”, s. 82
8.
Edebiyat dünyası Aksi Gibi sayesinde bence bu yıla çok güzel bir başlangıç yaptı. Umarım Pınar Öğünç gazeteciliğinin yanı sıra hep öyküler de yazar ve biz de böyle keyifle okuruz.

No comments:

Post a Comment