Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Friday, March 27, 2015

CerModern, Ankara


İçimdeki kayıt cihazının şalteri gibi


Radikal'deki okurun zihnini açan yazılarıyla tanıdığımız gazeteci Pınar Öğünç’le ‘Aksi Gibi’ isimli ilk öykü kitabını konuştuk.


NİHAN BORA


Uzun zamandır yazıyorsun ve ilk iş başvuruna öykülerinle gitmişsin. Peki yıllar içinde öykücülüğün, gazeteciliğine nasıl yansıdı sence?
Sanırım gazeteciliğe dair motivasyonumun merkezinde de hep hikâye oldu. Son yıllarda daha fazla gündelik siyaset içeren yazılar yazdıysam da, içimdeki muhabir 1997’den beri canlıdır. Gerçekten anlamaya ve anlatmaya niyetliyseniz gazetecilikte de, edebiyatta da hikâye kurmanın çekirdeği aynı bence. Nihai olarak önümüze çıkanda farklılıklar var. Edebiyata yakın olmanın gazeteciliğe ayrıca faydası var tabii, iyi bir dil sözü daha güçlendirir, tesiri artırır, hem yazana hem okuyana hayrı vardır. Bende ikisi birbirini besledi. Sonuçta şundan da eminim, benim kafam yazılı çalışıyor.

Öykülerindeki herkes tanıdık. Ama sanki onlara hiç bu kadar dikkatli bakmamışız. Bu insanlar görüş alanına nasıl giriyorlar?
Bilmem, zaten ortalarındayım, yan yanayım, karşılıklı bakışıyoruz ya da. Sadece bir şalter var, onu açık tutuyorum galiba bilmeden. İçimdeki kayıt cihazının şalteri gibi.

Bu kadar detaylı şekilde öyküler anlatabilmek için iyi bir gözlemci olmak gerekiyor. İnsanları ve durumları nasıl hafızana kazıyorsun?
Hayatın doğal akışı içinde normalleşmiş, bu yüzden de derinliğini, saçmalığını, güzelliğini fark etmediğimiz anları, karşılaşmaları, konuşmaları yakaladığımda çok mutlu oluyorum ben. Tuhaf gelebilir ama gerçekten canlı olduğunu hissetmek gibi bir şey bu. Esnafla aramızda geçen bir saçma diyalog, dolmuşta arkadan duyduğum fantastik bir telefon konuşması… Böyle şeyler benim günümü kurtarıyor. Unutmamak istiyorum. Bazen not alıyorum. Bazen de kafama yazıyorum. Aman şunu kaydedeyim de sonra bir hikâyede kullanırım gibi temkinli bir profesyonellikle yapmıyorum bunu, hayatla kurduğum bağ zaten böyle.

Ödevini yapmış yazar, Armağan Ekici

Ruhumuza çöken tortular

NAZAN MAKSUDYAN


Bu sene kış geç geldi. Ancak kasım ayında yaktı Arif Bey kazanı. Bir akşam üşüyorum diye düşünürken baktım kalorifer dilimlerinin sadece üst kısımları sıcak, yarıdan aşağısıysa alenen buz gibi. Evde ilk kışımız, girdisini çıktısını bilmiyoruz apartmanın, emektar kapıcıya sordum haliyle. Efendim, dilimler çok eski olduğu için yıl be yıl içlerinde tortular birikiyormuş. İçlerindeki sıcak suyun bile çözemediği tortularmış bunlar, geçen on yıllarla yerlerini iyice kanıksamışlar, şuradan şuraya gitmezlermiş... Aksi Gibi de ruhumuza çöken tortulara dair. 

“Kendimize iyi gelen şeyler keşfedebiliyoruz,” diyor Pınar Öğünç, buna rağmen “dipte hiç kıpırdamayan bir tabaka var. Bir oturuşta roman bitirilebilen günlere, kağıt helvalara, mangallı pikniklere, on beş dakika fazla uyuyabilmelere rağmen iyi olamıyoruz.” Hayatını vasatın altında, mutat bir “İyidir, senden” teranesiyle geçiren öyle büyük bir kalabalık var ki!.. “Mutsuzluk” deseniz kelimenin özüne uzak, “depresyon” demek ağır kaçar, “can sıkıntısı” gibi hafif olsa keşke. Yazar yüzde yüz haklı, muhteviyatı muamma bir tabaka işte içimize basan, “Bir akasyanın altında tüttürülen sigaralara, uzun sabah yürüyüşlerine, öğle sevişmelerine” rağmen dağılmıyor. Acaba “hiç bilmediğimiz bir Ahmet Kaya şarkısı daha olsa,” işimiz gerçekten daha kolay olur muydu?

Hakiki karakterler


Kendisi zapzayıfken basenlerde fazlası olanları, hiç evlenmemişken dul kalmışları, sıfatı hakkıyla taşıyan bir “akil kadın”ken zırcahilleri, kendi sosyal statüsünden, sınıfından, politik görüşünden olmayanları ustalıkla anlatmasını beceriyor Pınar Öğünç. Alt sınıflara ve büyük şehrin ötesine dair hikayelerde hakiki karakterler çiziyor. Tezgahtar –pardon, satış görevlisi– genç kadınları anlattığı “Paket Lastiği”nde müşterilere –pardon misafirlere– büyük anlayış ve güler yüz gösteren Sevda'nın evdeki afra tafrası sınıflar arası ilişkilerin bireyler üzerindeki etkisini zahmetsizce özetleyebiliyor. Zaten sınıfsal duyarlılık şehrin mutena semtlerinin ev köpeklerine dair hikayede (“Hayvan Kaynakları”) bile kendisini hissettiriyor: “Bu şehrin köpekleri zengini fakiri biliyor. Öyle hırsıza ayyaşa, deliye filan havlamak değil, bildiğin kıyafetinden ayırıyor. Ucuzundansa başlıyor ulumaya. ... Fakirin kokusu mu var lan, onu mu alıyor eşşeğin evlatları?”

Didim'deki mevsimlik turizm emekçilerine dair “I love you Şermin” de çok iyi bir hikaye. Yazları büyük otellerde garsonluk yapan, diğer mevsimlerde yol kenarında organik –ev yapımı demek yetmiyor artık– salça, reçel, kekik satan Ali'nin, ilkokul arkadaşı İsmail'in dükkanında gördüğü Finlandiyalı turist kıza kara sevdası hikayemizin konusu. Zeki Demirkubuz filmlerindeki yarım yamalak romantizmi hatırlatıyor. Ali en yakın arkadaşlarından saklasa da bu hikayenin okuru olma ayrıcalığıyla biliyoruz, aslında genç adamın aşkı çok büyük, adeta içi kendine dar geliyor. Ama duygularını anlatmaya, yaşamaya kalkınca, aşkı bir anda güdük kalıyor, komik oluyor, otoyol kenarına kurulan iğreti tezgahlardan farkı kalmıyor.

"Okuru bir hayat bilgisiyle bırakan yazarlar güzeldir"

Pınar Öğünç, gazeteciliğiyle tanınan iyi bir yazar. Yakınlarda “Aksi Gibi” isimli, İletişim Yayınlarından bir öykü kitabı çıktı. Böylelikle Öğünç’ün iyi bir edebiyatçı olduğunu da keşfetmiş olduk. İnsani durumları, önemsiz gibi görünen detayları, şehir manzaralarını, “nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri”, tuhaf karşılaşmaları anlatan yeni ve dinamik hikâyeleri var Öğünç’ün. Görünen o ki, tarzı ve edebi tutumu, hem beğeni topluyor hem de bu ilgi giderek kemikleşecek bir okur kitlesi yaratacak gibi görünüyor. Öğünç’le kitabını, edebi ilgilerini, yazarlık yaklaşımını ve meselelerini konuştuk.

İSMET AYAZLI

Söyleşilerinizde gazeteciliği de zaten öykücü “gibi” yaptığınız veya gazeteciliğe öykü yazma hevesiyle “geldiğiniz” konuş Özellikle Amerikan edebiyatında bu bağ çok güçlü: Gazetecilik deneyiminden sürekli beslenen büyük yazarları en çok oradan biliyoruz. Etkilenmek gerekmez ama bilmem onlarla bir ilgi ve gönül bağınız var mı? Genel olarak Siz bu ilişkiyi nasıl hissettiniz?

Ben yazmayı zanaat olarak almaktan yanayım. Öyle büyük harfli, büyük tonlamalı edebiyattan da gazetecilikten de hazzetmem. İkisini besleyen kaynakların da çok benzer olduğuna inanırım. Benzer bir merak ve anlama arzusu. Gazetecilikle edebiyat, hakikaten birbirlerini de büyütürler de. Ama gönül bağı kurulacaksa önce dünyanın dört bir tarafında, içinde sadece edebiyat hayaliyle gazetecilik yapanlarla kurarım mesela. O arada bir yerde sıkışanlarla. Adını hiç bilmediklerimizle. Hiç bir kitabı olsun diye diretmemiş, belki bunu istemiş ama mecali yetmemiş olanlarla. Yazarak geçinme labirentine bir girdiğinizde bu zanaatla belli seçenekleriniz var hayatta, gazetecilik bunlardan biri ama edebiyat değil. Üstelik diyelim bir banka memurunun, bir doktorun mesaisinden geriye kalan zamanda yazmasına da benzemeyen bir yanı var edebiyat hayaliyle gazetecilik yapmanın. Hurufatla ilişkinizi yormayı göze alıyorsunuz demek.
Aksi Gibi’nin insanlarında sıkı sıkı bastırılmış, kat kat düğüm atılmış öfkeler var. Öfkenin kol gezdiği bir zamanda ve toplumda, öfkelerini kendilerinden bile saklar gibiler, ya da onu ne yapacaklarını bilemez gibiler. Nasıl oluyor? Ve ne olacak?

Bilmiyorum Aksi Gibi’de öfkelerini saklayanlar mı çoğunlukta, artık saklamaktan vazgeçenler mi? Bazı fizik yasaları toplumların tabiatına da uyuyor. Bastırılan, yükselerek fırlıyor sudan. Bir gün bir grup kadın taciz eden erkeğe “yeter” diyor. Başka bir hikâyede apartmanın “en alt katındakinin” mektubu kapıların altından sessizce itilebiliyor. Öfke bir marka değil birbirinin aynı olsun, meyve değil tatları birbirine benzesin. Muhtelif çeşidi, kaynağı, rengi var. Ama benim açımdan şu kesin… Her tür eşitsizlikten mülhem öfke, bu öfkenin saklama kapları, patlama anları ilgimi çekiyor, gözümü o taraftan alamıyorum.

Tuhaf Zamanlarda Laf Kıymeti Olmayanlar

BEHÇET ÇELİK




“İçten içe olan her şeyden korkuyorum. İçten içe gerinen fay hatlarından, sessizce köpürmeyi bekleyen yanardağlardan, gizli yerlerinden çatlayan duvarlardan, belli etmeden çürüyen asırlık kavaklardan, aslında ne zamandır bitmekte olan ilişkilerden ve bunların hiçbirini zamanında göremiyor olmaktan korkuyorum.”
“Evde Yokum” başlıklı öyküde anlatıcının korkularından söz ettiği bu satırlarda Pınar Öğünç’ün öykü anlayışına dair bir şeylerin de saklı olduğu söylenebilir, ama bunun nedeni öykülerde “içten içe olan” ve göremediğimiz bir şeylerin üstlerindeki türlü çeşit örtünün sıyrılıp görünür kılınması değil. Gerçi bir anlamda, görünür kılıyor ama derinde olanın üzerindeki örtüyü sıyırdığı pek söylenemez Öğünç’ün; belki sadece örtüye çekidüzen vererek, “burada bir örtü var” demeye getiriyor. Sadece bu kadar değil ama ötesi de var: Pınar Öğünç, öykünün salt okumakta olduğumuz metinden ibaret olmadığını hissettiren öykücülerden – öykülerin, bize anlatılmamış olsa da, anlatılanlar sayesinde haklarında bir şeyler sezdiğimiz öncesi ve sonrası da var. İşte, çok zaman oralarda, öykünün yazılmamış öncesinde ya da sonrasında, “içten içe olan şey”i görmek, alttan alta kaynayanın, titreşenin, köpürenin ne olabileceğini öğrenmek mümkün.
Anlatıcı Hisleri
“Evde Yokum”un ilk cümlesi mesela: “Fark ettim ki uzun zaman olmuş kapıyı anahtarla açmayalı. Hep kapı açılan olmuşum bir süredir.” Öykünün devamında girişteki bu iki cümleyle ima ettiklerine tekrar dönmez anlatıcı, evde olmadığımız saatlerde evin ne durumda olduğundan, bir evin boş ya da eşya yerleşmiş hali arasındaki farklardan, eşyanın durduğu yere insanın zamanla alışmasından ve alışamamasından söz eder. Evin içinde dolaşırken aklından geçenleri şöyle özetler bir yerde: “O gün karanlıkta odaları dolaşırken aklımdan bunlar geçiyordu. Nelere alıştığımı bilmek istiyordum. Neyi görmemeye başladığımı, neyin aslında bana uymadığını, nereden çürümeye başladığımı…” Onu böyle bir muhasebeye itenin ne olduğu hakkında da hemen hemen hiçbir şey söylenmez; her zamankinden farklı bir saatte evde olmak gibidir bunun nedeni – görünürdeki yanıt budur, ama ya gerçek yanıt, içten içe olanlar? Bunun yanıtı öykünün öncesindedir. Kendisine kapı açılan değil, boş eve kapı açarak giren biridir artık öykünün anlatıcısı. Böyle başlamıştı öykü. Nedenleri, nasılları bizim için öykü boyunca meçhul kalsa da, öykü boyunca anlatıcının yaşadığı dönüşümün etkisini, sonucunu derinden hissederiz. “Kapı açılan” olmaktan çıkmanın ya da buna benzer dönüşümlerin insanın iç dünyasında neleri altüst ettiğinin (ya da yerine oturttuğunun), “içten içe olanlar[ın]” görünürlük değilse de sezilirlik kazanmaya başlamasıyla odağın kayıp perspektifin nasıl değiştiğinin anlatıldığı öyküler yazmayı seviyor Pınar Öğünç. Bu tarzdaki öykülerde olayların geçtiği anda anlatıcının neler hissedip düşündüğünün yanı sıra anlatı zamanının öncesini, o âna kadar birikenleri, biriktikçe köpürmeye başlayanları da sezmek mümkün oluyor.

Akademi Kitabevi


arigato: Aksi Gibi, Pınar Öğünç

cidden pis, hatta bulaşık, terbiyesiz ve tüketici bir okurumdur, aynı anda değişik veya aynı stillerde 5-6 kitabı birlikte okuduğum olur, bir ikisi yatak başında (uykum da huzursuz ve kaçak olduğundan, kendimi kitapla bayıltırım), birisi bazen tuvalette (obsesif olduğumdan, genelde tuvalette sadece dergi okumayı tercih etsem de), bir tane mutfakta, bir ikisi notu çıkartılmak üzere masada, diğeri masanın yanındaki koltukta otururken okunanlar ve tabii bu mekanlar arasında yer değiştirenler. ama konu benim bir okur olarak berbat alışkanlıklarım değil. bu aralar kendimi romanda Coetzee ve Dostoyevski'yle sınırlamaya çalışıyordum. ve niyetim bir süre boyunca bu okumalara ve uzantılarına ara vermemek, en azından bu defa biraz ciddi ve kararlı olabilmekti.

pınar öğünç'ün "aksi gibi"sini bu yüzden bekletiyordum, aslında tam olarak iradi bir bekletme sayılmazdı bu, yani okumadan bekletme konusunda pek iradeli değilimdir (keşke birkaç çift daha gözüm olaydı), kadıköy'de kitap geçen hafta boyunca tükenmişti, kitabın elinde olduğunu bildiğim arkadaşım da gene pis okurdu ve onun karalanmış, her yanına notlar alınmış nüshasının dikkatimi dağıtmasına, obsesyonlarımı azdırmasına ve daha birçok şeyler yapmasına izin veremezdim. zaten istesem de bu ara kitabı ödünç vermeyeceğini biliyordum. (sürekli hikâyelerden bir şeyler anlatıp duruyor, canımı sıkıyordu,, "bir dur biz de okuyalım arkadaşım" demiyordum, sırf heyecanını kırmamak için.) tüm bu faktörler olmasa o kitabı tuvalete gittiği bir an çantasından hacamatlamayı ben de bilirdim yoksa.

bu gibi nedenlerle efendice beklemedeydim. ta ki aynı arkadaş -dün bir kitaba ihtiyacı vardı- beni kadıköyün gene güzide bir kitapçısına sokana kadar. "tamam, ben de bir aksi gibi patlatırım o zaman kendime," deyip takıldım peşine ama içimden de kitabı bulamamayı diliyordum; sırada söz verdiklerim vardı, ah şu maymun iştahlık! neyse, kitabı aldım neticede, sonra dolmuşa yollandım, ay açmıyim diyorum 10 dakikalık yolda heba olmasın bu başlangıç, hem eve gidip ortalığı toparlar, kedilerin pokunu temizler, alternatif mama uydurup seslerini keser, biraz oynayıp enerjilerini alır, şöyle bir banyo yapar, temiz ev kıyafeti giyer, bir kahve koyup tiril tiril okurum diyorum ama dayanamayıp kitabı açtım, dolmuş kalkana kadar arka kapağı, yazarın özgeçmişini, hazırlayanları, hikaye başlıklarını falan okudum vakit geçsin de başlamayayım diye. ama dolmuşun kalkışı gecikince (bostancı yolunun berbat dolmuşları), "I love you Şermin"i istemeye istemeye bitirmiş bulundum ama hani dikkatimi de tam vermedim ki, eve gidip sonsuz detaydaki işleri halledince pür dikkat, pür haz baştan alırım diye.

neyse, rutin işleri hallettim, kahve içip ortalığı dumana boğmadan yatağa girdim, zaten kitabı eve gidince yatağın başındaki küçük ikinci el komodinin üstüne koymuştum, evdeki şeylerle uğraşırken de karamazovlara mı devam etsem, aksi gibi'ye mi yönelsem onu hesap edip durdum. hem ertesi günü çeviri mesaisi bitince şöyle birkaç temiz saat versem kendime, uykuyla da bölünmez diyorum, beklet pınar'ı diyorum, pis okurluğunla kirletme, çek ellerini! zaten bu tatlı incelikteki kitapları bir şeylerle bölmek adetim değildir, falan filan. böyle böyle, elim kararsızca kırmızı kalın cilde gitti, sonra yatak için bileklerime ağır gelen kitabı dosto'dan af dileyerek kenara bıraktım ve aksi gibi'ye başladım, napayım. uzunca zamandır, gözümden uyku aktığı halde bırakamadım kitabı. o yorgunlukla "I love you Şermin"in sonunda, "seninkilere mi haber versek?" diyor ya Ali, fena oldum, şermin'ler vurulunca, hakkımızı kim savunacak, bütün mesele bu gibi geldi. dostoyevski'nin meftun olduğum büyük metatarihsel soruları uzaktan belli belirsiz görünen bir kıyı gibi kalmıştı. dönüp şöyle bir baktım, geri dönme sözüyle el salladım ve sayfayı çevirdim. "Sağ Göz," ne diyeyim, tüm absürtlüğünün yanında böyle bir narinlik; sevilenlere, anılara, geçip gittiğin yerlere az uzaktan, az değişik bir açıdan bakmak, nasıl da yapraklar gibi inceciğiz.

"Hayvan Kaynakları," "Paket Lastiği," "Bülent Ersoy Taklidi," "Nadide'yle Muhterem," "Salacak'ta Titanik," "900 Saniye," "Soğuk ama Girince Alışıyor İnsan," Vücut A.Ş.," "Kalıcı Makyaj," "Sevgi Sitesi" çok şey düşündüren, su gibi akan güzel hikayeler.

Aksi Gibi üzerine

DENİZ DEHRİ

Belli bir yaşın (diyelim ki 40) altındaki edebiyatçılarımızın, belli bir yaşın üzerindeki edebiyatçılarımızın da olduğu gibi, çoğu erkek. Belli bir yaşın üzerindeki edebiyatçılarımızın biyolojik arkaplanları ile çok meselem yok, ama -pek çoğunu da severek okuduğum- belli bir yaşın (demiştik ki 40) altındaki erkek edebiyatçılarımızda böyle bir okurken insanı ara ara huylandıran, sanki dudağını gevelerken ağzına bir adet bıyık kılı kaçmış da onu bir türlü bulamıyormuş ama yutsa da olamıyormuş hissi uyandıran taraf var, şimdi tam açıklayamayacağım. Yer yer, dönem dönem artan bir delikanlılanma var, en afilisinde bile bir nevi kabadayılanma var, bir biz çok alkol aldık zamanında, anlıyor musun? var, bir bir keresinde pavyonların olduğu mahalleden geçmiştim, hiç aklımdan çıkmadı o bir keresi, üzerine 4 öykü bir roman yazdım var.
İşte Pınar Öğünç’ün hikâyelerini -başka bir sürü pozitif sebebin yanında-bir de bunun olmayışından dolayı keyifle, hafif hafif gülümseyerek filan okudum. Anlatıcı ne çok erkek ne çok kadın bir dil tutturduğu için ekstra keyifle okudum. İlk hikâye I love you Şermin herhalde kitabın en kuvvetli hikâyelerinden birisi, kanırtılmamış ve tadında. Son hikâye olan Sayın D1 Blok Sakinleri ise neredeyse edebiyatta bizzat kendi temsilimi bulmama yaradı, hem sinirden hem gülmekten öldüm :) Ama en uzun süre hatırlayacağım ve şimdiden birkaç kişiye tavsiye etmeyi planladığım hikâye Bülent Ersoy Taklidi oldu.  Okuduğum sesin ne kadarının kurmaca anlatıcı, ne kadarının bizzat kitabın yazarı (PÖ) olduğunu kestiremesem de, daha çok PÖ gibi okudum, atanamamış binlerce PÖ adına dayanışma duygularıyla okudum. Empatilenip sempatilendim.