Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Saturday, February 28, 2015

Pınar Öğünç'ün Öykülerini Anlama Rehberi



EZGİ BİLGİN


Gündelik hayatın yarattığı insan tipleri ve şehrin zorunlu kıldığı bir gündelik hayat. Pınar Öğünç’ ün Aksi Gibi’deki hikâyeleri bu denklem arasında geçiyor. Bu öykülerde; çok katlı apartmanların, ‘her şey dahil’ tatil köylerinin veya spor aletlerinin yerleştirildiği parkların önerdiği gündelik hayatı yaşayan insanlar, bu hayatın onlara biçtiği rolle imtihan ediliyor.
“Sayın D1 Blok Sakinleri” adlı hikâyedeki karakter yaşadığı çok katlı apartmanın etkisinde gelişen suni ve hiyerarşik ilişkilerle sınanır. Ama bu imtihanın ilginç tarafı; tek boyutlu, stereotip karakterlere izin veren anaakım edebiyatın aksine, sonunda karakterin içindeki demonik tarafı ortaya çıkartan bir isyan olması. Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” hikâyesine benzer biçimde -orada da yaşamın ona verdiği zorunlu rollerle yenişemeyen karakter, insanlardan intikamını onlara tehdit mektupları yollayarak alıyordu- sonunda o da dayanamayıp yaşadığı apartmandaki komşularına tehdit mektubu yazar, içinde ne varsa döker ve şöyle bitirir: "Sayın D1 Blok sakinleri, şimdilik kapınızın altından bu metni atıyor, sizi uyarıyorum.”
Aksi Gibi gündelik hayatın mikro hikâyelerini makro alana taşıyarak politik bir dil üretebilen öyküler içeriyor. "Vücut. A.Ş" hikâyesinin beden algısına dair söyledikleri egemen sistemin kadın bedeni üzerindeki hakimiyet çabasını hatırlatıyor. En güzeli de burada Öğünç’ün ‘iç organ’ metaforundan yola çıkıp erkek egemen kodları alaya alması. "I love you Şermin" hikâyesinde, geçim sıkıntısının etnisite ve kimlik karmaşasının üzerini örttüğü anlar ise bu kavramların ciddiyeti ve birbirleriyle ilişkileri üzerinde düşünmeye yol açıyor.


Ömre bedel an gibi...

Ayrıntılar ve an. Sanırım zamanımızın iki gizemli olgusu. Hayatın belki de şifrelerini barındıran bu kavramlara ne kadar uzak, ne kadar yakınız ya da bunların ne kadar farkındayız? Gazeteciliğinden tanıdığımız Pınar Öğünç’ün Aksi Gibi’deki öyküleri tam da bu temel zemin üzerine kurulmuş. Yazarla ilk öykü kitabını konuştuk.



YUSUF ÇOPUR


Hayvan Kaynakları, Paket Lastiği, Bülent Ersoy Taklidi, Evde Yokum, Kalıcı Makyaj... Öykülerinizde ilk dikkatimi çeken hemen hepsinin dingin bir ruhunun olması. Her şeyin hızlıca yaşanıp tükendiği bir zamana yazarın bir tavrı mıdır bu sükûnetli hikâyeler?
Bir yazı tavrından önce, daha genel bir bakış ve algı tercihi sanırım. Sakince, hakikaten anlama arzusuyla bakmayı tercih ettiğim için yazım buna benziyor. Aslında düşününce hakikaten huzurlu insan sayısı azdır kitapta ama sanırım huzursuzluğu anlamanın, belki onunla uzlaşmanın ya da gerçek sebeplerini çıkarıp onlara öfkelenmenin verdiği bir tür huzur var. Bahsettiğiniz sükûnet belki böyle bir şeydir. 
Aynılıktan, benzemekten, hatta ruhsuzluktan bunalmış bir dili var öykülerinizin, ne dersiniz?
Mikroskopla bakınca mesela sandalye bacağından bir kıymık, bir damla sirke, bir nane yaprağı bildiğimizin dışında, çok şahane görünür ya... Bir sanat eseri gibidir. Şiirseldir hatta. İnsanlara, anlara, sokaklara böyle mikroskopla bakmayı seviyorum galiba. Çok gündelik karşılaşmalar üzerine “Ya bir dakika...” diyesi geliyor insanın. “Burada başka bir şey oluyor” diye düşünüyorsunuz. Dümdüz anlatılsa dahi sıradanlık kendiliğinden gidiyor sanki böylelikle. Ki yapmaya çalıştığım da o soğukkanlılıkla, lafı hiç dolandırmadan anlatabilmek. Süslemeye çalışmadan, cambazlık yapmadan, sadece görüntülere odaklanarak. 
Öykülerinizdeki bir izlek de değişim. Bu, izlek sakinlikle birleşince ilginç bir duygu hali çıkıyor ortaya. Durgun bir değişim, acısız, sancısız. Veya değişmekten korkan ya da tedirgin olan karakterlerin kalp sancıları...
İradi olanı var, mecbur bırakıldığımız değişimler var. Tecrübenin dönüşümüyle kendiliğinden gelenleri var, inadına değişimler var. Biri bütün hayatı değiştirebiliyor, biri belki milim kadar. Bazen değiştiğimizi bile anlamıyoruz. Sancılı olanı var ama her zaman öyle külfet gibi yaşamıyoruz. O yüzden öyle tek, doğru bir cümle kurmak zor. Ama her haliyle ilgimi çekiyor diyeyim. Özellikle altını çizmek için ya da yabancılaşarak bakmıyorum. Kendi hayat hikâyelerimizin en ilgi çekici bölümleri de böyle irili ufaklı değişim anlarında çıkıyor bence. 
Sorularımı tüm öykülerinizle ilgili soruyorum çünkü hepsi kendi içinde bir zenginliğe sahip olsa da bütününde aynı ruhu taşıyor. Öykülerin tamamından kalan hislenişler de kendi başına bir öykü oluyor kitabı bitirince. Bu bir tercih miydi, öykülerin bitimindeki doğal bir süreç mi?
Söz ettiğiniz şeyi tasarlamak, bunun baştan planını yapmak zor. Yapma durur, sırıtabilir en azından. Bazı öyküler birbirinden bu kadar ayrıyken, bütününde sizde böyle bir duygu bırakması benim açımdan güzel bir şey. İnsan çok sevdiği filmlerin, kitapların sonunu unutabiliyor ama bütünü bir duygu bıraktıysa, o asla gitmiyor.

Saturday, February 21, 2015

Yeni gerçekliğin eleştirel dili



ÖMER ERDEM



Her hafta onlarca yeni kitap çıkıyor. Heyecanla bakıyorum onlara. Gençleri, genç şair ve yazarları daha yakından izliyorum. Beklentim ve heyecanım bazen karşılık buluyor bazen de hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Yazının, yazarlığın gittikçe gençleştiğini, gençlerin okumada olmasa bile yazma konusunda daha tutkulu olduklarını gözlemliyorum. Şiir yazanlar her zaman çoğunlukta olsa bile, yoğunlaşmanın öykü ve romana kaydığını söylemek zor değil. Daha çok sosyolojik sebeplerle açıklayabiliyoruz bu durumu. O sosyolojik sebeplerin dikenli tellerinden sıçrayıp has edebiyatın bahçesine girmeyi başaranlar yepyeni ve umut verici kitaplarla çıkıyorlar karşımıza. Belki günü geldiğinde bu yeni öykücülerin iştahını daha çok roman göstergeleri kabartacak, aklını roman türünün dolayım kolaylığı çelecek, ama olsun. Olan iyidir ve insan olmuş olandır. Şiire gelince, ondaki durum hep farklıydı, bugün daha bir farklı.
Ne var ki bu fark ve ayrışmanın birleşen noktalarını görmek de mümkün. Gerçeğin daha doğrusu hayatın yalın halinin kurguyla işlenebilmesi diyorum ben ona. Genç ve yeni öykücüler, şairler de dahil buna, geçmişin gerçeklik algısının dışında, yepyeni bir gerçeklik algısı üretmiş ya da devralmış gözüküyorlar. Özgürler her şeyden önce. Görselliğin ve görsel eserlere kolay ulaşmanın payı da olmalı bunda. Bir de kentli olmak var. Kent, karmaşık hatta kaotik bile olsa sonuçta bir kurguyla çıkıyor genç şair-yazarın karşısına. Dünün gerçeklik algısı soyut ve ideolojik refleksler içeriyordu. Bugünün gerçekliği ise yaşama arzusu ve gerçekliğin çiçeklenişiyle dolu.
Hayatlar benzeşse bile
Pınar Öğünç, başka başka katmanlara yayılsa bile bu yeni gerçekliğin kurgusunu çözmüş ve kendisine çizdiği algı ikliminde konuşmanın cesaretine kavuşan öykücülerden. Söylemek istediğini nerede sezdireceğini, nerede açığa çıkaracağını, nerede durup nerede ilerlerse hayatın tam içinde kalacağını biliyor izlenimini veriyor güçlüce Aksi Gibi kitabında.
 “I love you Şermin”, sosyolojik, politik ve psikolojik katmanı birey üzerinden öykünün yaşar konusu yapabilmenin tipik bir göstergesi. “Sağ Göz” ise birkaç kez denediği fantastik ve soyutlamacı ironinin bir yansıması. “Hayvan Kaynakları!”, hayata tokatı nereden atacağını ve eleştirelliği hangi ipe bağlayacağını bilmenin karşılığı. Öykü adına, gerçekliğin dönüşümü adına kazanç ve gösterge.

Notos'ta Aksi Gibi

Notos, Şubat 2015

"Aksi Gibi, yüzde 99’un hikâyeleri"



CAN ÖKTEMER



Pınar Öğünç, geçtiğimiz günlerde hoş bir sürpriz yaparak, İletişim Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi yayınladı. Gerçi Öğünç'ü köşe yazılarından takip ediyorsanız, o yazılardaki edebi lezzetinde farkındasınızdır. Bu anlamda, onun köşe yazılarına sinmiş etkileyici anlatımının öykülere de sinmiş olduğunu göreceksiniz. Öğünç'le kadınları, yalnızları, platonik aşk girdabına tutulmuşları, mutsuzları, sistemin çarklarına sıkışmış boynu bükük beyaz yakalıları ve korkularla yaşayanların öykülerini anlattığı Aksi Gibi’yi konuştuk.
- Geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabınız Aksi Gibi'yi yayınladınız. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Bu kitaptaki öykülerin bir kısmı zaten yazılmıştı; bir kısmının notları farklı defterlerde uyumaktaydı. Haziran itibarıyla, çok çalışıp bu kitabı sonbahara bitirme kararı almıştım zaten. Daha önce de çok yoğun çalıştığım dönemler oldu gazetecilik nedeniyle ama bu özlediğim bir tür yorgunlukmuş. Hiç acıtmadı, usandırmadı. Bilakis Aksi Gibi’yi bitirirken daha sağlıklı bir insana dönmüş olabilirim.
- Uzun yıllardır gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmaktasınız. Öyküleri yazarken gazetecilik deneyimlerinizden yararlandınız mı? Köşe yazarlığı ve öykü yazarlığı arasında bir akrabalık var mı sizce?
İyi yazı yazmanın kaideleri bence birçok türde benzeşiyor. Ama gazeteciliğin, bilhassa muhabirliğin hikâyeciliğe ayrıca katkısı var. Bir kere haberler nedeniyle kendi hayat çizginizde belki asla giremeyeceğiniz dünyalara giriyorsunuz, belki asla yolunuzun kesişmeyeceği insanlarla sohbet ediyorsunuz. Soru sorma kabiliyetinizi geliştiriyor. Bu çok öğretici bir hayat bilgisi her şeyden önce. Bir de “insanlar nasıl konuşur” kısmı mühim. Günlük diyalog yazmak kolay zannedilir ama kimin hangi kelimeleri seçeceği, dilbilgisini nereden kıracağı gibi detaylarla doludur, incelik gerektirir. Gazetecilik sayesinde muhtelif konu üzerine binden fazla insanla konuşmuşumdur, onların ses kayıtlarını deşifre etmişimdir. Muhteviyatı unutsanız bile, içerde bir yerde onların kaydı var sanki.
Aksi Gibi'de "hayatı roman" gibi olmayan sıradan insanların, sıradan hayatlarını yalın ve etkileyici bir dille anlatıyorsunuz. Sizi bu hayatları anlatma isteği doğuran, ilginizi çeken unsur neydi?
Öncelikle “sıradan hayat”, “sıradan insan” tamlamalarından çok hazzetmiyorum. İçime sinmiyor. Sadece sizin için demiyorum, bu kötü niyetli de olmayan genel bir kullanım. Ama kafama takılıyor, kimin hayatı sıradan değil mesela? Daha heyecanlı meslekleri olanların mı? Meşhurların mı? Bir sıradanlık mevzubahisse, o meşhur politik slogandaki gibi “Biz yüzde 99’uz”. O yüzden, bence bunlar yüzde 99’un hikâyeleri. Yüzde 99 olarak üzerinde durmadığımız, yüzde 1’e girmediği için önemsiz, kıymetsiz, manasız sandığımız teferruatın hikâyeleri.


İstanbul Art News'ta Aksi Gibi

İstanbul Art News - Edebiyat, Şubat 2015, Aslı Tohumcu

Wednesday, February 11, 2015

"Aksi Gibi" bir Türkiye panoraması...

Pınar Öğünç’ün öykülerinin tamamında çok yakından tanıdığımız insanlarla karşılaşıyoruz. Birbirlerine hiç benzememeleriyle bir çeşitlilik yaratan bu kahramanlar, memleketin hal-i ahvaliyle beraber düşünüldüklerinde kısa bir Türkiye panoraması sunuyor

EMRE BAYIN


1940’larda, Türkçe edebiyat bir yenilikle karşı karşıya kaldı: Garip akımı. Kısaca özetlersek, “her konunun şiirin içine girebileceğini” savunuyorlardı. Bu savlarında haklı olduklarını eserlerinde gösterdiler ve okuyucu nezdinde karşılık da buldular. Lakin kendini yenileyememenin makûs talihi onların da karşısına çıktı, derin bir “çıkmaza” girdiler. Fakat Turgut Uyar’ın dediği gibi, bu çıkmaz “güzeldi” ve İkinci Yeni şiirini doğurdu.

Türkçe öykü ise 1950’lerin başından itibaren büyük bir atılım gerçekleştirdi. Oğuz Atay’dan Yusuf Atılgan’a; Bilge Karasu’dan, Ferit Edgü’ye; Tomris Uyar’dan Leyla Erbil’e; Erdal Öz’den Onat Kutlar’a, Vüsat Bener’e, birçok önemli yazar, bir dilin öykücülüğünü dili kazıya kazıya yeniden oluşturdu. Haliyle uzun yıllar taklit edilmeleri kaçınılmazdı. Onlara öykünen, iyi niyetle yazılmış, ama teknik olarak kötü bir sürü öykü okuduk, okuyoruz.

Bu durum da, bir bakıma, Garip şiirinin içine düştüğü “çıkmaz”a benziyordu ve kendi Turgut Uyar’larını yaratacaktı. 50’lerde yetişen kuşağın birikimini reddetmeyen ve o geleneğe sahip çıkarak Türkçe öykü geleneğinin üzerine eklemlenen Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Ahmet Büke, Şule Gürbüz, Behçet Çelik, Aslı Erdoğan, Seray Şahiner ve Mahir Ünsal Eriş gibi yazarlar; yazdıklarıyla bu görevi üstlenmekten çekinmediler. Denebilir ki, öykümüze ikinci bir altın devreyi yaşatmaya başladılar. Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından bu kitaplara ve yazarlara bir tanesi daha eklendi. Yeri geldiğinde Oğuz Atay’ın izlerini de süren acar gazeteciliğiyle, edebiyata meylini farklı bir mecrada olsa dahi bize her zaman hissettiren Pınar Öğünç’ün Aksi Gibi adlı öykü kitabından bahsediyorum. Elbette bu bir ilk “kitap” ve iddialı yorumlardan uzak durmak gerekiyor; ama bazen bir ilk adım, sonrasında yolun ne yöne evrileceğine dair çağrışımından ve kütlesinden daha büyük bir anlam yaratabiliyor. Bu yüzden bu “ilk adım”a, sonraki kitabı beklemeden hak ettiği anlık değeri vermenin, eleştiri sınırlarını aşan bir yönü olduğunu düşünmüyorum.

Kitap on dokuz kısa öyküden oluşuyor. Kurgulanması hayli zor olan bu “kısa” öykülerin başarısını iki nokta üzerinden görebiliriz. İlki, Öğünç’ün haber değeri taşımayan, günlük hayatın koşuşturmacasının içerisinde hiç kimsenin fark etmediği “anları” ustaca yakalaması. Ki, bir anı yakalayıp anlatmak, geniş bir zaman kesitini, iğneden ipliğe anlatmaktan daha fazla yazarlık marifeti gerektiriyor. “Evde Yokum” adlı öykü, o “anlar”dan birini barındırıyor, Öğünç’ün keskin bir öykücü dikkatine ve marifetine sahip olduğunu kanıtlıyor:

“Kapıyı aralamamla ev bütün gün kapalı camlar ardında biriktirdiği nefesini üfledi yüzüme. Çürük bir dişi varmış gibi değil de, güzel bir akşamdan kalmış gibi. Hoşuma gitti. Elimdeki çantayı bir yana, anahtarı ayakkabılığın üzerindeki vazonun içine atana kadar geçen süre biraz uzayınca apartmanın ışığı da söndü. Bir an mağaramsı bir karanlıkta buldum kendimi. Kıpırdamadığım o zifiri an hoşuma gitti.”

Sıradanın gücü, haklı olmanın burukluğu



İletişim Yayınları‘ndan çıkan “Aksi Gibi” adlı öykü kitabında Pınar Öğünç, annesine benzemekten korkanların, kendisini beklemediği bir kavganın başaktörü olarak bulanların, bir masayla aynı evde otuz beş yıl yaşamaktan ruhu çürüyenlerin dünyasına çeviriyor bakışlarını. Çoğu öykünün sonunda, ağızda haklılığın ve çaresizliğin buruk tadı kalıyor. “Aksi Gibi”, gün içinde kendini birkaç kez mutlaka hatırlatıyor.



SEMİH BÜYÜ



Pınar Öğünç’ün gazete yazılarındaki eşsiz dilini, titizliğini, başarısını bilen biri olarak öykü kitabı çıkaracağını duyduğumda başta endişelenmedim değil. Gazetecilikten roman ve öykü yazarlığına geçiş yapanların yaşattıkları hüsrana bakarsak endişemde haksız da sayılmam. Fakat yanılmışım, genelde büyük şehir cenderesine sıkışan insanların açmazlarını dile getiren “Aksi Gibi”, herkesin muhakkak kendinden bir şeyler bulacağı sağlam bir öyküler toplamı.
Aynı vapura bindiğiniz bir kadının çocuğunu sürekli azarlaması, hiçbir şeyden memnun olmayan halleri içinizde ne uyandırır? Veya kredi kartınızı burnuna doğru uzattığınız, hepi topu üç saniye göz temasında bulunduğunuz bir kasiyerin surat asıklığı karşısında ne düşünürsünüz? Ya da on saattir ayakta çalıştığından bihaber olduğunuz tezgâhtarın istekleriniz karşısındaki bezgin tavırları size ne hissettirir? Yolda birbirinin omzuna vurarak ilerleyen iki gencin hikâyesine dahil olmak ister misiniz?
Yazdığı haberler ve köşe yazılarıyla ezilenin, ötekinin, güçsüzün yanında saf tutan, diline ve duruşuna gıpta ettiğim gazeteci Pınar Öğünç bu sefer öykücü kimliğiyle karşımızda: Aksi Gibi.
Kendimizi günlük kargaşaya bırakıp yanlarından teğet geçtiğimiz, şöyle göz ucuyla dahi bakmadığımız, baksak bile merak edip üzerinde durmadığımız fakat bizzat içinde eridiğimiz kişilerin, olayların, sözlerin toplamından oluşuyor “Aksi Gibi”deki kısa öyküler.
Küçük yalanlar, ilk buluşma heyecanı, kredi kartının asgarisi, iç bunaltan aile halleri, sabah otobüsleri, üst balkondan atılan izmaritler, otoban kenarı satıcıları, mutfak dolabından fayansa süzülen leke… Hah, diyor insan öykünün bir yerinde, bu benim işte, nasıl da yakalamış! Neredeyse her bir ayrıntı farklı şeyler çağrıştırıyor.

Monday, February 2, 2015

Aslında her şey olağan seyrinde

Gazeteci kimliğiyle ve ‘İnce İş’, ‘Asker Doğmayanlar’, ‘Jet Rejisör’ adlı araştırma ya da inceleme kitaplarıyla tanıdığımız Pınar Öğünç, yalın bir dille yazdığı ‘Aksi Gibi’ adlı öykü kitabıyla bu kez bir edebiyatçı olarak karşımızda. 19 öyküden oluşan kitap, ne uzaya uzaya bir hâl olan cümlelere ne söz oyunlarına ne de süslü püslü söylemlere sahip. Olağan seyrinde devam eden hayat gibi, her şey tüm sıradanlığıyla ve sade bir dille aktarılıyor okura.


ELİF KUTLU



Süsleme çoğu zaman bir şeyin kusurlu yanını gizlemek için yapılır gibi görünür. Ya bir kusuru vardır süslenen şeyin ya da bir eksiği… Bu nedenle sade/yalın olmaktan uzaktır. Bu durum edebiyat için de geçerli. Divan edebiyatının kallavi sözler söyleyen yazarlarını/şairlerini ve ustaları bir kenara koyarsak edebiyatta da yazıyı onca gereksiz sözcükle/söz oyunuyla süslemek hep bir kusura/eksiğe/tamamlanmamışlığa delalet gibidir. Bu nedenle özellikle karmaşık, uzadıkça uzayan, söz oyunlarıyla dolu cümleler kurarak “büyük yazar” olma çabasına girenler, sadeliği arayan okurdan her cümlede bir adım daha uzaklaşır.
Oysa temiz bir dille, tane tane, afili sözcüklerle donatılmamış öykülerin, şiirlerin, romanların vb her zaman ayrı bir yeri vardır okurun gözünde. Derdini anlatmak için okuru sonsuz çıkmaz içeren labirentlerde gezdirdikçe sıkan/boğan yazarlar, cümlelerini kurarken okuru anlamsızlığa sürükleyerek mi etkileme çabası içine girer bilinmez. Yine de uzadıkça uzayan, oyunlarla süslenen cümleler okunmaktan çok yazılmak içinmiş gibi durarak “Sanat/edebiyat halk için mi sanat için mi?” tartışmasını akla getirir.
Gazeteci kimliğiyle ve “İnce İş”, “Asker Doğmayanlar”, “Jet Rejisör” adlı araştırma ya da inceleme kitaplarıyla tanıdığımız Pınar Öğünç, yalın bir dille yazdığı “Aksi Gibi” adlı öykü kitabıyla bu kez bir edebiyatçı olarak karşımızda. 19 öyküden oluşan kitap, ne uzaya uzaya bir hâl olan cümlelere ne söz oyunlarına ne de süslü püslü söylemlere sahip. Olağan seyrinde devam eden hayat gibi, her şey tüm sıradanlığıyla ve sade bir dille aktarılıyor okura. Bir yandan da anlatılan hayatların sadeliğinin hatta sıradanlığının yazım diline etkisi olduğunu düşündürüyor kimi zaman ya da tam tersi.
Öğünç, “Aksi Gibi”de bakılmasına rağmen görünmeyen sıradan olayların sıra dışı taraflarını anlatıyor aslında. Öyle ki sıradanlığına rağmen arka planında barındırdığı büyük sorunlar her şeyin aslında teferruatta gizli olduğunun bir göstergesi. Günlük rutinin içinde debelenip duran sıradan insanların, her gün yanımızdan geçip giden ve fark etmediklerimizin, hatta bazen kendimizin öyküsü aslında Öğünç’ün anlattıkları.