Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Monday, February 2, 2015

Aslında her şey olağan seyrinde

Gazeteci kimliğiyle ve ‘İnce İş’, ‘Asker Doğmayanlar’, ‘Jet Rejisör’ adlı araştırma ya da inceleme kitaplarıyla tanıdığımız Pınar Öğünç, yalın bir dille yazdığı ‘Aksi Gibi’ adlı öykü kitabıyla bu kez bir edebiyatçı olarak karşımızda. 19 öyküden oluşan kitap, ne uzaya uzaya bir hâl olan cümlelere ne söz oyunlarına ne de süslü püslü söylemlere sahip. Olağan seyrinde devam eden hayat gibi, her şey tüm sıradanlığıyla ve sade bir dille aktarılıyor okura.


ELİF KUTLU



Süsleme çoğu zaman bir şeyin kusurlu yanını gizlemek için yapılır gibi görünür. Ya bir kusuru vardır süslenen şeyin ya da bir eksiği… Bu nedenle sade/yalın olmaktan uzaktır. Bu durum edebiyat için de geçerli. Divan edebiyatının kallavi sözler söyleyen yazarlarını/şairlerini ve ustaları bir kenara koyarsak edebiyatta da yazıyı onca gereksiz sözcükle/söz oyunuyla süslemek hep bir kusura/eksiğe/tamamlanmamışlığa delalet gibidir. Bu nedenle özellikle karmaşık, uzadıkça uzayan, söz oyunlarıyla dolu cümleler kurarak “büyük yazar” olma çabasına girenler, sadeliği arayan okurdan her cümlede bir adım daha uzaklaşır.
Oysa temiz bir dille, tane tane, afili sözcüklerle donatılmamış öykülerin, şiirlerin, romanların vb her zaman ayrı bir yeri vardır okurun gözünde. Derdini anlatmak için okuru sonsuz çıkmaz içeren labirentlerde gezdirdikçe sıkan/boğan yazarlar, cümlelerini kurarken okuru anlamsızlığa sürükleyerek mi etkileme çabası içine girer bilinmez. Yine de uzadıkça uzayan, oyunlarla süslenen cümleler okunmaktan çok yazılmak içinmiş gibi durarak “Sanat/edebiyat halk için mi sanat için mi?” tartışmasını akla getirir.
Gazeteci kimliğiyle ve “İnce İş”, “Asker Doğmayanlar”, “Jet Rejisör” adlı araştırma ya da inceleme kitaplarıyla tanıdığımız Pınar Öğünç, yalın bir dille yazdığı “Aksi Gibi” adlı öykü kitabıyla bu kez bir edebiyatçı olarak karşımızda. 19 öyküden oluşan kitap, ne uzaya uzaya bir hâl olan cümlelere ne söz oyunlarına ne de süslü püslü söylemlere sahip. Olağan seyrinde devam eden hayat gibi, her şey tüm sıradanlığıyla ve sade bir dille aktarılıyor okura. Bir yandan da anlatılan hayatların sadeliğinin hatta sıradanlığının yazım diline etkisi olduğunu düşündürüyor kimi zaman ya da tam tersi.
Öğünç, “Aksi Gibi”de bakılmasına rağmen görünmeyen sıradan olayların sıra dışı taraflarını anlatıyor aslında. Öyle ki sıradanlığına rağmen arka planında barındırdığı büyük sorunlar her şeyin aslında teferruatta gizli olduğunun bir göstergesi. Günlük rutinin içinde debelenip duran sıradan insanların, her gün yanımızdan geçip giden ve fark etmediklerimizin, hatta bazen kendimizin öyküsü aslında Öğünç’ün anlattıkları.
Tebessüm ettirse de acıtan yanlar barındıran kapitalizm, militarizm, cinsiyetçilik, otorite/baskı, ırkçılık gibi sorunlara temas etmemizi sağlayan her bir öykü, söylemek istediğini bir çırpıda söylüyor aslında. Öyküler doğrudan bu sorunlarla ilgili gibi görünmese de anlatılanlar sorunun özüne doğru yolculuğa çıkarıyor okuru her defasında. Daha hemen birinci öyküde (I Love You Şermin) 30 yıllık bir sorunu, kimlik mücadelesini semizotu salatasının içine düşen sineği dahi anlatacak kadar gündelik bir dille anlatıyor. Ardından kaçışları, sistemin beyaz yakalılar için yarattığı sorunları, işçilerin emeklerinin nasıl da sömürüldüğünü, muhafazakârlığa rağmen biriken arzuları, içimizde yaşattığımız gereksiz parçaları, kadın dayanışmasının önemini, ben olamama sorunlarını… dile getiriyor. Her bir öyküde belki direkt kişilere odaklanmadan mesela kimi zaman bir kumandadan, kaçan bir gözden, apandistten, parktaki spor aletlerinden yola çıkıp söylüyor derdini.
Her ne kadar hepsi bir sorunu dile getirse de Sokak Kasları adlı öykü ayrı bir önem taşıyarak ön plana çıkıyor. 14 kadının bir araya gelip sokaktaki spor aletlerini kullanırken sohbet etmeleri ve onların dayanışmasını sağlayan bir aradalık kimilerince “altın günü” mantığıyla algılansa da bu öykünün özünde kadın sorununun çözüm yolları dahi bulunabilir. “Arabalardan herifler bakar,” diye eşofmanı üzerine pardösü giymesini şart koşan kocasına rağmen spor yapmayı (ya da kadın kadına sokakta bir araya gelmeyi) sürdüren Nermin’in de aralarında bulunduğu 14 kadın onları eve hapseden erkek aklı plansız/programsız aynı mantıkla cezalandırıyor. Bu öyküsüyle kadın dayanışmasını ön plana çıkaran Öğünç, asıl sorunun kadınların dışarda olması değil, erkek aklın içerde olmaması olduğunu hatırlatıyor.
“Aksi Gibi”deki her öykü hayatın filmlerdeki kadar aksiyon dolu olamayacağını ve her zaman normal hatta sıkıcı bir rutinle ilerlediğini hatırlatan Öğünç, “Nasılsın?” sorusuna hızla verilen “İyiyim,” yanıtının arkasına gizlenen detayları sunuyor, cevapları irdeliyor, yaşantıları deşiyor.

No comments:

Post a Comment