Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Friday, January 30, 2015

"Yaklaşalım, sakince bakalım gibi bir arzu"

Bu ülkede ‘’Pınar Öğünç Gazeteciliği’’ diye bir olgu varsa öykücülüğü de varmış, bilmiyormuşuz. Yazdığı hikayeleri kitaplaştırınca haberdar olduk. "Aksi gibi" sinemasal bir dünyaya götürüyor insanı. Hayatın hem net hem flu halleri var içeride. İlk kare kapakta beliriyor. Sonrası vasati 19 öykü.


KEREM ŞENEL

-Öyküleri okurlara bırakalım, isimlerinden konuşalım istersen. ''Soğuk ama girince alışıyor insan'' öykülerden bir tanesi. Zamanla her şeye alışıyor mu gerçekten insan?
Öykü isimlerinden konuşmak şahane fikirmiş. Bir eşyaya uzun bakınca, bir kelimeyi, cümleyi arka arkaya tekrarladığınızda bir başka gelmeye başlar, şekli şemali, sesi değişir. Denize giren herkes, belki o kadar üzerinde durmadan bu cümleyi illa kurmuştur bence. Çok güzel bir formül var orada, bir tür dayanışma da var, telkin de. Aynı zamanda kendi kendini de ikna ediyorsun, müşterek bir umut sanki. Birbirimize söylediğimiz bir tür parola gibi uzun bakınca. Evet alışılıyor. Büyük acılara alışıp başa çıkacağımız şekillere dönüştürüyoruz onları. Ama akan tavanlara, masa örtüsündeki deliklere, yüzümüzdeki lekelere, başta deli eden sokak gürültülerine, kesif kokulara, hiç hazzetmediğimiz insanlara, memleketin saçmalıklarına da alışıyoruz. Daha az göstermeye başlıyorlar kendilerini zamanla. Bu bazı durumlarda devam edebilmemizi sağlıyor. Ama bazen de elimizi kolumuzu bağlıyor. Alıştığımız yerde kalakalıyoruz. 
- ''Bülent Ersoy taklidi'' adlı öykünde ''Suç ve Ceza'nın geçtiği yerleri görebilmek için Rusya'ya gitmek istedim'' cümlesi var. Senin bir yazar olarak, bir romanın ya da karakterin peşinden gitmek istediğin bir ülke, bir şehir oldu mu?
Hayır, öyle planlı bir gezi yapmadım. Gittiğimiz kentlerin “büyük” yazarları kimi zaman bir turizm paketi olarak da önünüze düşebiliyor. Her benzeri paket gibi iç bulandırıyor. Beni daha çok bazı yazarların, diyelim 19. yüzyılda yürüdüğü sokakların, bugün parke taşına kadar sağlam durması bir acayip yapar. Öyle tarihi eser falan değil, belki hiçbir özelliği olmayan bir sokağın tüm binalarıyla, kaldırımıyla, aynı ruhla ayakta durması… 100 sene, 200 sene evvel, kasap, terzi, yazar, yüz binlerce insanın aynı şekilde oralardan yürümüş olması… Mesela İstanbul için ne kadar imkânsız bu. Bir de neredeyse bununla övünüyorlar, iyice deli oluyor insan.

Wednesday, January 28, 2015

Sıradan insanların sıradan hayatları


Pınar Öğünç Aksi Gibi’de günlük yaşamın hayhuyu içinde derbeder olmuş fukaraları, amcaları, teyzeleri, tezgâhtarları, işadamlarını, gençleri, ihtiyarları; sizi, beni, bizi anlatmayı olağanüstü bir yalınlıkla başarıyor.


ÇAĞLAYAN ÇEVİK

Edebiyat tarihimizin, en önemli ve en çok tartışılan manifestolarından birisiydi Garip önsözü. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet imzalı yazı boyunca Garip üçlüsü kendi şiir anlayışlarını ve peşine düştükleri yalınlığı uzun uzun izah ettikten sonra, eskiye ait olan her şeye savaş açtıklarını dile getirip son cümlelerinde patlatıyorlardı bombalarını: “Halbuki eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lazımdır.”
Bir öykü kitabından söz etmek için, yıllar önce yayımlanmış bir “şiir” önsözünden alıntıyla lafa girmek, birçokları için tuhaf, hatta budalalık olarak görülebilir. Görülmemeli... Çünkü hakkında yazılacak yazılarda ısrarla “gazeteci”liğinin altı çizilecek Pınar Öğünç’ün “öykülerinden” söz edeceksek buna ihtiyacımız var. Peki neden, diye soracak olanlar alıntıladığım cümledeki “şairanenin aleyhinde” ifadesine biraz dikkatle baktıklarında, Öğünç’ün bunun bir benzerini Aksi Gibi adlı öykü kitabında neredeyse birebir uyguladığını görecekler.
Öykücü hiç şairane davranır mı canım, itirazlarını duyar gibiyim. Davranır efendim, bal gibi davranır. Çok eskilere gitmeye gerek yok, 2015’te olduğumuz için yuvarlak olsun son beş yılda yayımlanan öykü kitaplarına bir bakın, neler var neler. Bilhassa son iki yılı çok bereketli öykü yazımının. Bununla ilgili endişesi olanlar da yok değil. Haklılar da. Neyse, konumuz öykünün bereketli sezonu değil. Konumuz, o bereketli sezon içinde “aynı şeyi” yaparak tekrara düşen, sonra tekrarın tekrarına düşen metinler. Çünkü “hayatı roman” olacak kahramanların öykülerini yazıyor birçoğu. Kocaman kocaman kahramanlar, değil öyküye tek ciltlik yüzlerce sayfalık romanlara bile sığmayacak kahramanları anlatıyorlar. Birçoğu da bol kelime oyunuyla “yahu bunu şeyde de okumamış mıydık” dedirtiyordu insana. İlla birer “numara” çekme peşinde yazarlar, öyküler. Usul usul, sakin sakin giden olaylar silsilesi birden Tarantino filmine dönüveriyordu çok zaman. Haliyle zorunlu bir mizah! O dillere destan sokaktaki adam, üçüncü sayfa fukaraları, mahalle komşumuz, ablalar, teyzeler, amcalar, tezgâhtarlar, beyaz yakalılar... O kadar yalın hayatlarına rağmen neredeyse birer süperkahraman gibi çıkıyorlardı karşımıza!
Çünkü zordur, yalın olanı, bütün yalınlığıyla anlatabilmek.
Sıradan insanlar...
Söze şiirden girdik, yine şiir için kurulan bir cümleyi hatırlamak gerek: “şiir aza indirgeme sanatıdır” demişler. Doğru. Öykü de bir o kadar öyledir. Hayatım roman, diyen insanların hayatını öykü halinde yazabilmek için azaltmak, daha da azaltmak gerek. Koca bir ömür de olabilir anlatılan, kısacık bir an... O küçücük anı, uzun uzadıya anlatmak en kolayı. Asıl cesaret isteyeni o küçücük anın, kırılma anının anlatımını aynı kısalıkta, hatta yalınlıkta tutabilmektir. Asıl marifet, o kırılma noktasının bütün yıkıcı etkisini, tek bir sözle gösterebilmektir. Hele bunu, “şairane”lik dolu bir kelime oyunuyla değil de su kadar yalın biçimde anlatabilmek... işte orası biraz zor! Lafı çok uzattığımın farkındayım, ama bunu yapmak zorundayım. Çünkü Pınar Öğünç, Aksi Gibi’de o meşhur sıradan insanları; günlük yaşamın hayhuyu içinde derbeder olmuş fukaraları, amcaları, teyzeleri, tezgâhtarları, işadamlarını, gençleri, ihtiyarları, evlileri, bekârları; sizi, beni, bizi bütün yalınlığıyla anlatırken, bunu yine olağanüstü bir yalınlıkta başarıyor.
Nobel kurulu, Alice Munro’nun ödülü almasına gerekçe olarak ne demişti: “duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı.”
Hiç abartmadan söylemek gerek, Pınar Öğünç Aksi Gibi’de bu gerekçenin tam Türkçe karşılığını veriyor. Bir dantel gibi işliyor anlatacağı olayları, kişileri, hisleri. Bir ilişkiye dair sayfalarca anlatılabilecek kadar önemli, bütün bir metnin çekirdeğini oluşturacak noktayı, bir fiske darbesiyle koyuveriyor öykülerinde. Göz açıp kapayıncaya kadar, birkaç kelimelik bir cümleyle bütün boşlukları dolduruyor.


Monday, January 26, 2015

Okuma notları: Aksi Gibi, Pınar Öğünç



HİKMET HÜKÜMENOĞLU

1.
Pınar Öğünç yıllardır gazete yazılarını takip ettiğim ve çok sevdiğim bir yazardır. Bir öykü kitabı çıkaracağını duyduğumda çok heyecanlandım, hemen “2015 yılının en merak ettiğim kitapları” listemin en tepesinde yerini ayırdım. Bu hissiyatımda yalnız olmadığımı da gayet iyi biliyorum; edebiyata meraklı arkadaşlarımdan son haftalarda sık sık benzer laflar işittim. Neyse ki bekleyişimiz uzun sürmedi, Aksi Gibi yılın daha ilk ayında çıktı ve ben de çıkar çıkmaz alıp okudum. Bu arada başka bir kitap hakkında “okuma notları” yazmaya başlamıştım ama o şimdilik biraz beklesin. Yılın ilk yazısına bu kitabın daha çok yakışacağını düşündüm.
Pınar Öğünç’ün kaleminin ne kadar güçlü olduğunu bildiğim için öyküleri hakkında beklentim çok yüksekti. Hiç tanımadığınız bir yazarı okumaya yüksek beklentilerle başlamak çok tehlikelidir. Biraz da gaddarlıktır. Fakat en ufak bir hayal kırıklığı yaşamadığımı peşinen belirtmek isterim. Öyle ki kafamda bu yazıyı tasarlarken olumsuz anlamda eleştirebileceğim bir şey bulmakta zorlandım. Sadece iki şikayetim var, onları en baştan söyleyeyim, sonra kitabı övmeye başlayacağım.

Thursday, January 22, 2015

Türkiye’nin de ‘aksi’ gibi!

Gazeteci Pınar Öğünç, kısa öykülerden oluşan kitabı ‘Aksi Gibi’yi yayımladı. Öğünç’ün öyküleri ağırlıklı olarak Türkiye’nin son döneminde debelenip duran karakterleriyle memleketin bir yansıması gibi.


ŞENAY AYDEMİR


Bilen bilir. Bir meramı kısa yoldan anlatmak, uzun uzun anlatmaktan daha zordur. Anlamı en geniş olan kelimeyi seçmek zorundasınızdır. Bir paragrafta anlatılabilecek olayı, etkili bir cümle ile okura sunmak gerekir. Hele hele bu bir edebi metinse, değeri içeri aldığı kelimelerden çok, dışarıda bıraktıklarıyla ölçülür.

Yıllardır kendisine has bir dille kaleme aldığı haberlerini yakından takip ettiğimiz gazeteci Pınar Öğünç, daha önce çıkardığı ‘mesleki’ kitaplarının arasına bu kez ‘edebi’ bir yapıt da ekledi. İletişim Yayınlarından geçen hafta çıkan ‘Aksi Gibi’, Öğünç’ün on dokuz kısa öyküsünden oluşuyor. Öğünç, kimi zaman öyküdeki karaktere dışarıdan bakıyor ve gözlemlerini anlatıyor bizlere, kimi zaman karakterin bizzat kendisi olmamızı; onun gözüyle görmemizi, onun ağzıyla konuşmamızı, onun ayaklarıyla yürümemizi istiyor.

‘Aksi Gibi’ arka kapaktaki kısa metinde de belirtildiği gibi “… beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin” hikayelerini barındırıyor içerisinde ama daha fazlası da var. Kırk derece sıcağın altında bir otoban kenarında ‘organik’ gıdalar satarak hayatını kazanan ‘eski turizmci’ Ali’nin ‘Şermin’e olan imkansız aşkının; annelerine benzememek için küçük kasabalarına bir daha dönmeyen kadınların kaçınılmaz bir biçimde onlara benzemeye başlamalarının; köpek gezdirenlerle beyaz yakalıların bir biranın efkarında buluşmasının; başörtülü sevgilisinin saçının bir telini görmek için yanıp tutuşan muhafazakâr gencin; tezgahtar kızların; sabah sporunu altın gününe çeviren mahalleli kadınların; ‘yokmuş gibi’ sevgililerin; emekli teyzelerin sırayla söz aldığı bir kitap ‘Aksi Gibi’.

5 N 1 K’NİN İÇİNE SIĞMAYANLAR

Memleketin son on yılından özenle bulunup çıkartılmış ve muhtemelen çoğu, tanık olunan bir anın ardında nasıl bir hikaye yattığına dair merakın peşine takılıp yazılmış öyküler sanki bunlar. Hani sıkışan köprü trafiğinde metrobüsün camından yandaki arabanın içinde makyajını tazeleyip, dişinin arasındaki maydanozu almaya çalışan bir kadını görür, on saniye bakar ve sonra cep telefonunuza dönersiniz ya. Ya da arka koltukta oturan yaşlı teyzelerin evlatlarını çekiştirdiği muhabbete ilgiyle kulak kabartıp sonra Zincirlikuyu’da inip koşarak metroya giderken unutup gidersiniz. Pınar Öğünç öyle yapmamış işte. Arabada makyajını tazeleyen kadının, arkada çocuklarını çekiştiren teyzelerin nasıl bir hayatı olabileceğine kafa yormuş kendince. Yalnızca trafikte makyaj yapmanın, arka koltukta evlat çekiştirmenin değil; bunlar dışındaki hayatlarının da ilgi çekici olabileceğini, başkalarına anlatılabileceğini düşünmüş.

"Mutlu Sona Fırsat Yok"


Gazeteci Pınar Öğünç, "Aksi Gibi"de Türkiye’nin ve 21. YY.'ın gerçeklerini, yazdığı 19 ayrı hikayede bir araya getiriyor.


E. NİDA DİNÇTÜRK

Yazdığı köşe yazıları ve yaptığı söyleşilerle tanınan Pınar Öğünç’ten beklenen hamle geldi: Bir öykü kitabı. İsmi de "Aksi Gibi". Kitap, hayatı gerçeğinden ayırmadan ele alan bir dizi kurmaca. Öğünç öykülerinde gözlerimizi, bakmayı akıl edemediğimiz yerlere çekmeyi başarıyor.

Gerçeğin giderek daha çok kıymete bindiği, bilginin değerlendiği şu günlerde olanı biteni olduğu gibi göz önüne seren herkes, bizim için birer kahraman. Pınar Öğünç de köşesinde masal anlatmak yerine her şeyi gördüğü, duyduğu haliyle aktarmayı tercih eden sayılı gazetecilerden.

Gerçekçilik tutkusu

Pınar Öğünç, daha önce inceleme ve araştırma kitapları yayımlamıştı. Hatta son kitabı "Asker Doğmayanlar" oldukça dikkat çekiciydi. Öğünç, 14 vicdani retçiyle yaptığı röportajları bir araya getirmiş, zorunlu askerliğin kararttığı hayatları anlatmıştı. Gazetedeki kaleminin ucunu, iş edebiyata geldi diye hiç yumuşatma gereği duymayan Öğünç, edebiyattaki üslubunun da gerçeklik tutkusundan geçtiğini bu kitapta kanıtlıyor.

"Aksi Gibi", toplumun çeşitli kesimlerinden, birbirinden farklı ama aynı kaygıları olan onlarca insanın reddedemediği hayat formlarını, sancılarını, bulunduğu halle paralel gitmeyen duygu durumlarını irdeliyor. Bunu yaparken öyküsüne şahit olduğumuz her bir karakterin sokakta omzuna çarpabileceğimiz, otobüse bindiğimizde ortaya ilerlemesini isteyeceğimiz, öğlen yemeğinde bir mercimek çorbası sipariş edeceğimiz insanlar ya da sabah uyandığımızda yüzünü yıkadığımız kişinin, yani bizzat kendimizin olabileceğini açıktan belli ediyor. Her bir öykünün kurgusunda kapitalizmin, militarizmin, ırkçılığın, cinsiyetçiliğin, baskının düğümünden çıkıyor yola. Öğünç, bugün kendi yaşamlarımızı düşünmeye kalkıştığımızda üzerinde hüküm sürdüğünü reddedemeyeceğimiz her türlü toplumsal aksaklığı anlatıyor bir bir.

Sunday, January 18, 2015

'Berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım'




Daha çok gazeteci kimliğiyle tanınıyor, oysa o kendini bildi bileli bir hikâye yazarıydı. Pınar Öğünç, nihayet demlenmeye bıraktığı hikâyelerini kitaplaştırdı. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Aksi Gibi’de Öğünç, ev içlerinden, ara sokaklardan, otoban kenarından, minibüs kuyruklarından, ıssız plajlardan sesleniyor. İçimizde ‘tatlı bir boşluk’ açılıyor.


YENAL BİLGİCİ

FOTOĞRAFLAR: MUHSİN AKGÜN 


Edebiyatta okurların –hatta yazarların bile- ihmal ettiği bir alanda yazıyorsun. Kısa hikâyeler ne anlama geliyor senin için?
- Zevkle abartacağım, kısa hikâye hakikaten çok lazım bir maddenin atomu gibi geliyor bana.  Neyin hikâye olduğunu ayıklayamayan, havada uçuşan hikâyeleri göremeyen birinin herhangi yaratıcı bir işi iyi yapması mümkün değil bence. İlla üreten tarafta olmak da gerekmiyor. Bu bir tür his, bir bakma biçimi. Bilerek ya da bilmeden buna sahip olanlar hayatta daha iyi dost olurlar, daha güzel severler, kendilerinden daha az sıkılırlar.
Hikâye yazmakta nasıl karar kıldın; yoksa onlar mı kendini dayattı?
- Çok erken yazmaya başladığım için bu cümleleri o zaman kuramazdım tabii ki, hangimiz birbirimizi bulduk bilmiyorum o yüzden.
Sen nasıl tarif edersin ‘Aksi Gibi’deki hikâyeleri?
- Tümünü birden tarif etmek zor. İyi bir hikayeyi bitirince hemen bir sonrakine geçemezsiniz, gözü kitaptan kaldırıp boşluğa baktığımız bir an olur, içimizde tatlı bir boşluk açılır. Hayata dair küçücük bir saçmalık, belki çok lüzumsuz bir bilinmezlik çözülmüş gibi gelir. Bir işe yarar. Böyle bir hisle, okuyanda böyle bir his bırakması dileğiyle yazdığım hikâyeler bunlar. Neticede berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım. 

Yazarken bir ritüelin var mı?
- Trende ters istikamette saatlerce okuyabilir, hareket halindeki şehirler arası otobüste yazı yazabilirim. Bilakis kalabalık, gürültü severim. Ritüel olayı bana ters.
Çocukluğundan beri yazıyorsun. Yazmak zaman içinde kolaylaştı mı?- Neticede biraz kas sistemine de benziyor, evet çalıştırdıkça gelişiyor ve bazı şeyler daha kolaylaşıyor. Ama tabii ‘harekete’ de bağlı.
‘Aksi Gibi’ içinde eşyanın hüküm sürdüğü bir kitap. Bir televizyon kumandasından, bir apartman kapısından, bi reklam panosundan, çöpe atılmış bez ciltli bir kitaptan, büfedeki bardaklardan doğan ya da onlarla yürüyen hikayeler…  Tesadüf mü yoksa özel bir ilgi mi gösteriyorsun eşyaya?
- “Onlar kendilerini bana fazla gösteriyor” diyeyim. Eşyanın ömrü, nesneler üzerinden biz canlıların kesişmeleri acayip geliyor bana. Genel olarak hayatın teferruatı, bu teferruatın gücü ilgimi çekiyor. Çok az insan bununla ilgili. Halbuki her şey teferruatta.