Daha çok gazeteci kimliğiyle tanınıyor, oysa o kendini bildi bileli bir hikâye yazarıydı. Pınar Öğünç, nihayet demlenmeye bıraktığı hikâyelerini kitaplaştırdı. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Aksi Gibi’de Öğünç, ev içlerinden, ara sokaklardan, otoban kenarından, minibüs kuyruklarından, ıssız plajlardan sesleniyor. İçimizde ‘tatlı bir boşluk’ açılıyor.
- Zevkle abartacağım, kısa hikâye hakikaten çok lazım bir maddenin atomu gibi geliyor bana. Neyin hikâye olduğunu ayıklayamayan, havada uçuşan hikâyeleri göremeyen birinin herhangi yaratıcı bir işi iyi yapması mümkün değil bence. İlla üreten tarafta olmak da gerekmiyor. Bu bir tür his, bir bakma biçimi. Bilerek ya da bilmeden buna sahip olanlar hayatta daha iyi dost olurlar, daha güzel severler, kendilerinden daha az sıkılırlar.
- Çok erken yazmaya başladığım için bu cümleleri o zaman kuramazdım tabii ki, hangimiz birbirimizi bulduk bilmiyorum o yüzden.
- Tümünü birden tarif etmek zor. İyi bir hikayeyi bitirince hemen bir sonrakine geçemezsiniz, gözü kitaptan kaldırıp boşluğa baktığımız bir an olur, içimizde tatlı bir boşluk açılır. Hayata dair küçücük bir saçmalık, belki çok lüzumsuz bir bilinmezlik çözülmüş gibi gelir. Bir işe yarar. Böyle bir hisle, okuyanda böyle bir his bırakması dileğiyle yazdığım hikâyeler bunlar. Neticede berbat bir gezegende yaşıyoruz, birbirimize iyi gelmemiz lazım.
Yazarken bir ritüelin var mı?
- Trende ters istikamette saatlerce okuyabilir, hareket halindeki şehirler arası otobüste yazı yazabilirim. Bilakis kalabalık, gürültü severim. Ritüel olayı bana ters.
- “Onlar kendilerini bana fazla gösteriyor” diyeyim. Eşyanın ömrü, nesneler üzerinden biz canlıların kesişmeleri acayip geliyor bana. Genel olarak hayatın teferruatı, bu teferruatın gücü ilgimi çekiyor. Çok az insan bununla ilgili. Halbuki her şey teferruatta.
Hikâyelerdeki karakterlerin çoğu geçmişiyle bir şekilde hesaplaşma içinde. Bunun yaşadığımız zamanla mı ilgisi var, yoksa senin kendi zamanınla mı?
- Öyle mi? Geçmişle hesaplaşma falan bana büyük tamlamalar gibi gelir, tam nasıl başlar nasıl biter bilemem mesela. O hep açık bir klasör değil midir?
Çoğunluk seni gazeteci kimliğinle tanıyor. Oysa sen ilk iş görüşmene bile hikâye dosyanla gitmiştin. Nasıl oldu?
- Yazı çocukluktan beri hep hayatımın içindeydi. Yine de “Yazar olacağım ya da gazeteci olacağım” diye bir düşüncem yoktu. Hatta böyle meslekler olduğunun bile farkında değildim. Çevremde bir rol modeli de bulunmuyordu. Üniversitedeyken Nokta’da çalışan bir arkadaşım vardı; o zaman bu iş makul göründü bana. “Aa yazarak da para kazanılabiliyormuş” dedim. Ben de bazılarını el yazısıyla dosya kâğıtlarına karaladığım öykülerimi aldım, görüşmeye gittim. Rahmetli Fikri Nazif Ayyıldız’la görüşmüştüm. Güldü bana, sevdi de sanırım beni, “Yarın gel başla” dedi.
- Biraz şans oldu, evet. Hikâyelerle bir haber dergisine başvurmakta saftirik bir hal var ama bugün baktığımda tutarlı geliyor. Müdahale de etmiyorlardı Nokta’da. Kimse de “Başlık spot şöyle olur, kurallar budur” demedi. O hikâye hissiyle haber yapmaya başladım.
- Gazetecilik mi edebiyatı besliyor, tam aksi mi, bilmiyorum. İkisi birlikte şekillendi bende. Hayata dair ne biliyorsam ben haber yaparak öğrendim. Gazetecilik benim üniversitem. Hem bir konuya hazırlığıyla, somut bilgi edinerek, hem de insanlarla konuşma kısmında. ‘İnsanlar nasıl konuşuyor’u gazetecilik yaparken öğreniyorsun. Sarf ettikleri kelimelere dikkat etmeyi… Teyp kaydı çözmek bu yüzden bir laboratuardır. O kadar girişken bir insan da sayılmam. Gidip hiç tanımadığım insanlara soru sormayı bana bu iş öğretti.
17. Ocak. 2015, Hürriyet
No comments:
Post a Comment