Pınar Öğünç yıllardır gazete yazılarını takip ettiğim ve çok sevdiğim
bir yazardır. Bir öykü kitabı çıkaracağını duyduğumda çok heyecanlandım, hemen
“2015 yılının en merak ettiğim kitapları” listemin en tepesinde yerini ayırdım.
Bu hissiyatımda yalnız olmadığımı da gayet iyi biliyorum; edebiyata meraklı
arkadaşlarımdan son haftalarda sık sık benzer laflar işittim. Neyse ki
bekleyişimiz uzun sürmedi, Aksi Gibi yılın daha ilk ayında çıktı ve ben
de çıkar çıkmaz alıp okudum. Bu arada başka bir kitap hakkında “okuma notları”
yazmaya başlamıştım ama o şimdilik biraz beklesin. Yılın ilk yazısına bu
kitabın daha çok yakışacağını düşündüm.
Pınar Öğünç’ün kaleminin ne kadar güçlü olduğunu bildiğim için öyküleri
hakkında beklentim çok yüksekti. Hiç tanımadığınız bir yazarı okumaya yüksek
beklentilerle başlamak çok tehlikelidir. Biraz da gaddarlıktır. Fakat en ufak
bir hayal kırıklığı yaşamadığımı peşinen belirtmek isterim. Öyle ki kafamda bu
yazıyı tasarlarken olumsuz anlamda eleştirebileceğim bir şey bulmakta zorlandım.
Sadece iki şikayetim var, onları en baştan söyleyeyim, sonra kitabı övmeye
başlayacağım.
İlk şikayetim kapakla ilgili. Daha ilk gördüğümde kapak tasarımı hoşuma
gitmemişti, kitabı okuduktan sonra iyice soğudum. Bence Aksi Gibi‘deki
öykülere böyle buzdolabı kapağı gibi beyaz, parlak ve cansız bir kapak
yakışmamış. İçi boş kibrit kutusu belki hoş bir çizim ama o da kapağı ilginç
kılmaya yetmemiş. Fakat en fenası seçilen yazı karakteri. Onu tarif edecek söz
bulamıyorum.
İkinci şikayetim ise Pınar Öğünç’ün cümleleriyle ilgili. Yazar bazı
cümlenin içine çok fazla detay dolduruyor. Ve bu ağzına kadar dolu cümlelerden
birkaç tanesi arka arkaya geldiğinde okur -belki sadece bu okur- durup
soluklanma ihtiyacı duyuyor. Çünkü söz konusu detaylar gerçekten çok güzel ve
hiçbirini kaçırmak, kaçırmayı bırakın, tam olarak hakkını vermeden bakıp geçmek
istemiyor insan.
Diyeceksiniz ki, “O zaman sen de arada bir dur ve soluklan, arkandan
kovalayan mı var?” Yok elbette. Ama birazdan bahsedeceğim üzere çok kısa öyküler
bunlar ve tek solukta okunmayı hak ediyorlar.
Fakat genel olarak (sadık okurlarının bildiği üzere) Pınar Öğünç’ün
nefis bir dili ve anlatımı var. O yüzden bu şikayetimde kararsızım. Gereksiz
yere ukalalık mı ediyorum, emin değilim.
Aksi Gibi’yi okurken sık sık şöyle
düşündüm: Şu anda yaşamakta olduğumuz ülkeyi ve bilhassa İstanbul’daki bin bir
türlü hayatı bu kadar iyi gözlemleyen başka bir yazar okumadım.
Bence Pınar Öğünç müthiş bir koleksiyoncu. Küçük anların ve kıymetli
detayların arşivcisi. Bizim bakıp geçtiğimiz sahneleri, duyup unuttuğumuz
sözcük öbekelerini o cımbızla topluyor, tozunu alıyor ve çerçeveleyip önümüze
koyuyor.
“Kıymetli detaylar” diyorum ama çerçevelerin içindekilerin hepsi bizi
mutlu edecek şeyler değil. Bazıları gülümsetiyor, bazıları içimizi acıtıyor.
Aslına bakarsanız, çoğu sıradan hayatlarımızdan günlük kırıntılar. Fakat o
çerçevenin içinde gördüğümüzde bize kıymetli geliyor normalde süpürüp
atacağımız bu kırıntılar. Belki fazlasıyla tanıdık oludukları için kıymetliler.
Belki, aynı detayların başkalarına da tanıdık geleceğini, onların da tıpkı
bizimki gibi içini acıtacağını düşündüğümüz için. Belki bu sayede kendimizi
daha az yalnız hissettiğimiz için.
Hiç tanımadığı (ve birbirlerini hiç tanımayan) okurlarının arasında görünmez
bir bağ örmek, bana göre iyi bir yazarın en önemli becerilerindendir. Pınar
Öğünç de sözcüklerden oluşan ve geniş coğrafyamıza yayılan bir ağ kurmuş.
Öykülerin başkalarına da tanıdık geleceğini düşündüğümü söylemiştim ya, o başka
okurların bazıları şehrin diğer ucunda, bize çok uzak bir köşesinde yaşayanlar
olacaktır büyük olasılıkla. Bu kitabı okurken başka ve yabancı
gibi kavramları bir defa daha gözden geçirme imkanı da çıkıyor karşımıza.
China Mieville, nefis romanı Şehir ve Şehir‘de aynı zamanı ve
aynı toprak parçasını paylaşan, iki ayrı şehir kurgular. (Şeffaf kağıtlara
çizilip üst üste konmuş, birbirinin boşluklarını dolduran iki şehir düşünün…)
Bu şehirlerin sakinleri birbirlerini görmemeye şartlanmıştır. Sokakta yürüyen
bir vatandaş, öteki şehirden bir vatandaşın yanından geçerken ona bakmaz. Baksa
da görmez. Görse de hemen unutur.
İstanbul’da hayatın gitgide buna benzediğini düşünüyorum.
Birkaç yıl önce, Çağlayan civarında bir hastanenin bahçesinde zaman
öldürmeye çalıştığım bir sabah, karşıdaki Belediye parkına gelen kadınlar
dikkatimi çekmişti. Büyük bir coşkuyla spor aletlerini kullanıyorlar, yürüyüş
parkurunda tempolu bir şekilde yürüyorlar, sohbet ediyorlar ve uzaktan
göründüğü kadarıyla çok eğleniyorlardı. Adeta bir mahalle pikniği havası vardı.
Kadınların hepsi kapalıydı ve uzun pardösüler giyiyordu. Etrafta tek bir erkek
bile yoktu.
O zaman çok enteresan gelmişti bu görüntü bana. İyi veya kötü değil,
sadece enteresan. Sonra aklımdan çıkmış. Aksi Gibi‘deki “Sokak kasları”
isimli öyküyü okurken yeniden hatırladım.
Bir de aylar önce yazdığım bir tweet geldi aklıma, aradım buldum. “Sizin
yerinize köpeklerinizi dolaştırmaya çıkaranlar var ya. Dolaştırmıyorlar,”
demişim.
Benzer bir konuyu “Hayvan kaynakları” isimli öyküde görünce çocuklar
gibi sevindim. Bir yazar başka bir gün, belki başka bir semtte aynı manzaraya
tanık olmuş ve bununla ilgili nefis bir öykü yazmış. Belki bu üzerinde
durulmayacak türden bir tesadüf ama ben yine de çocuklar gibi sevindim
işte. Çünkü öykü çok güzel, hatta bence kitaptaki en güzel iki öyküden biri.
Diğeri ise ilk öykü olan “I love you Şermin”.
Aksi Gibi‘yi oluşturan öyküler
birkaç tanesi dışında son derece kısa. Çoğu üç-dört sayfayı geçmiyor. Sadece
sözcük sayısı olarak değil, içerik olarak da minimalist denebilecek öyküler
bunlar. Hatta bazılarının öykü ile karakter portresi arasında çok ince bir
çizgide durduklarını söyleyebiliriz. Bu benim açımdan hiç sorun değil. Pınar
Öğünç o kadar güzel karakter portresi çiziyor ki, o karaktere ait öykülerin
giriş, gelişme ve sonuç kısımlarını kendi kendime hayal etmek bana keyif verdi.
Fakat tüm okurlar benim gibi düşünür mü bilmiyorum.
Öykülerin birkaç tanesi absürt motifler içeriyor, hatta belki weird
fiction dediğimiz türe yaklaşıyor. Ev sahibine aşık bir sokak kapısı var
örneğin, ya da sahibini terk edip şehirde dolaşmaya çıkan bir göz (sahibi de,
ne haltlar karıştırıyor gözümün teki, diye takip ediyor). Değişik
okumalara açık metinler bunlar. Pınar Öğünç’ün kalemine ve kitabın genel
havasına yakıştıklarını düşündüm ama en beğendiğim öyküler arasında yer
almadılar.
Birkaç alıntıyla devam edeyim:
“Ya bırak onu, bir de neye uyuzum, bu şehir köpekleri zengini fakiri
biliyor. Öyle hırsıza, ayyaşa, deliye falan havlamak değil, bildiğin
kıyafetinden ayırıyorlar. Ucuzundansa başlıyor ulumaya.”
“Öyle mi, ilginçmiş. Bir güvenlik riski mi görüyor acaba?”
“Adam kaldırımdan yürüyor işte. Ne güvenliği? Fakirin kokusu mu var lan,
onu mu alıyor eşşeğin evlatları? Evde bunları ‘tut onu’ diye çalıştırıyorlar mı
ne? (…)
“Hayvan Kaynakları”, s. 33
Nilgün o alemdeki her Nilgün, Sevda da her Sevda gibi, mesai saatleri
boyunca telaffuz ettikleri fiyatları, sadece çalışmaya başladıkları ilk hafta
garipsemişlerdi. İltica edilmiş bir ülkenin para birimine alışır gibi, sonra o
rakamları bildikleri kura asla çevirmemeleri gerektiğini öğrendiler. Bu
yorardı.
Ortaokuldaki edebiyat öğretmenim de Borges’in dediğini demişti, işe
sevdiğim yazarları taklit ederek başlamalıydım. Peki ya insan hep başladığı
yerde kalır, kendini birileri gibi yazmaktan alıkoyamazsa? Her yazdığı bir
başkasının satırlarını çağrıştırıyor, okuyana çalıntı, taklit hissi veriyorsa?
Söyleyeceği bütün sözlerin, hem de kullanmak istediği noktalama işaretleriyle
birlikte çoktan söylendiğinden, illa yazmak için inat ederse en fazla
birilerinin sesini çıkarabileceğinden emin olursa? Ben söyleyeyim, aynaya
bakınca çok sevdiğiniz bir aktörü görmeye benziyor. İlkinde hoş bir fantezi ama
bir müddet sonra çorba kaşıklarının tersinde deforme yüzünüzü arıyorsunuz.
Bildiğiniz kabus.
“Bülent Ersoy taklidi”, s. 82
Edebiyat
dünyası Aksi Gibi sayesinde bence bu yıla çok güzel bir başlangıç yaptı.
Umarım Pınar Öğünç gazeteciliğinin yanı sıra hep öyküler de yazar ve biz de
böyle keyifle okuruz.
No comments:
Post a Comment