Semizotu salatasının içine düşen sinek, seninkilerin bildiği Şermin, soğuk ama girince alışılan deniz, her yerde kesilince çabuk gelen elektrik, TOKİ’den evler, son otobüsler, migreni tutanlar, zona olanlar... Köprüsü görünmeyen trafik, nar ekşisi, dut kurusu... Falan filan ve filankes işte.
Pınar Öğünç, hayatın mânâsızlığı içine mutluluk sahneleri koyma gayretlerini... Nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri, istemeden yapılan küçük iyilikleri... Yalnızlığın, tesellinin, tahammülün ve mırıl mırıl söylenen yalanların vesilelerini... Teferruatları, boşlukları, saçma hararetleri, gergin ve gevşek karşılaşmaları, tuhaflıkların derinliğini, kısacık manzaraları anlatıyor. Yan yana ve apayrı. Aksi Gibi, beyhudenin, eksikliğin, çelişkilerin, sıkıntı yok diyebilmenin hikâyeleri... Türkçe edebiyata yeni bir parantez... “Bir derdimiz mi vardı?”

Friday, March 27, 2015

CerModern, Ankara


İçimdeki kayıt cihazının şalteri gibi


Radikal'deki okurun zihnini açan yazılarıyla tanıdığımız gazeteci Pınar Öğünç’le ‘Aksi Gibi’ isimli ilk öykü kitabını konuştuk.


NİHAN BORA


Uzun zamandır yazıyorsun ve ilk iş başvuruna öykülerinle gitmişsin. Peki yıllar içinde öykücülüğün, gazeteciliğine nasıl yansıdı sence?
Sanırım gazeteciliğe dair motivasyonumun merkezinde de hep hikâye oldu. Son yıllarda daha fazla gündelik siyaset içeren yazılar yazdıysam da, içimdeki muhabir 1997’den beri canlıdır. Gerçekten anlamaya ve anlatmaya niyetliyseniz gazetecilikte de, edebiyatta da hikâye kurmanın çekirdeği aynı bence. Nihai olarak önümüze çıkanda farklılıklar var. Edebiyata yakın olmanın gazeteciliğe ayrıca faydası var tabii, iyi bir dil sözü daha güçlendirir, tesiri artırır, hem yazana hem okuyana hayrı vardır. Bende ikisi birbirini besledi. Sonuçta şundan da eminim, benim kafam yazılı çalışıyor.

Öykülerindeki herkes tanıdık. Ama sanki onlara hiç bu kadar dikkatli bakmamışız. Bu insanlar görüş alanına nasıl giriyorlar?
Bilmem, zaten ortalarındayım, yan yanayım, karşılıklı bakışıyoruz ya da. Sadece bir şalter var, onu açık tutuyorum galiba bilmeden. İçimdeki kayıt cihazının şalteri gibi.

Bu kadar detaylı şekilde öyküler anlatabilmek için iyi bir gözlemci olmak gerekiyor. İnsanları ve durumları nasıl hafızana kazıyorsun?
Hayatın doğal akışı içinde normalleşmiş, bu yüzden de derinliğini, saçmalığını, güzelliğini fark etmediğimiz anları, karşılaşmaları, konuşmaları yakaladığımda çok mutlu oluyorum ben. Tuhaf gelebilir ama gerçekten canlı olduğunu hissetmek gibi bir şey bu. Esnafla aramızda geçen bir saçma diyalog, dolmuşta arkadan duyduğum fantastik bir telefon konuşması… Böyle şeyler benim günümü kurtarıyor. Unutmamak istiyorum. Bazen not alıyorum. Bazen de kafama yazıyorum. Aman şunu kaydedeyim de sonra bir hikâyede kullanırım gibi temkinli bir profesyonellikle yapmıyorum bunu, hayatla kurduğum bağ zaten böyle.

Ödevini yapmış yazar, Armağan Ekici

Ruhumuza çöken tortular

NAZAN MAKSUDYAN


Bu sene kış geç geldi. Ancak kasım ayında yaktı Arif Bey kazanı. Bir akşam üşüyorum diye düşünürken baktım kalorifer dilimlerinin sadece üst kısımları sıcak, yarıdan aşağısıysa alenen buz gibi. Evde ilk kışımız, girdisini çıktısını bilmiyoruz apartmanın, emektar kapıcıya sordum haliyle. Efendim, dilimler çok eski olduğu için yıl be yıl içlerinde tortular birikiyormuş. İçlerindeki sıcak suyun bile çözemediği tortularmış bunlar, geçen on yıllarla yerlerini iyice kanıksamışlar, şuradan şuraya gitmezlermiş... Aksi Gibi de ruhumuza çöken tortulara dair. 

“Kendimize iyi gelen şeyler keşfedebiliyoruz,” diyor Pınar Öğünç, buna rağmen “dipte hiç kıpırdamayan bir tabaka var. Bir oturuşta roman bitirilebilen günlere, kağıt helvalara, mangallı pikniklere, on beş dakika fazla uyuyabilmelere rağmen iyi olamıyoruz.” Hayatını vasatın altında, mutat bir “İyidir, senden” teranesiyle geçiren öyle büyük bir kalabalık var ki!.. “Mutsuzluk” deseniz kelimenin özüne uzak, “depresyon” demek ağır kaçar, “can sıkıntısı” gibi hafif olsa keşke. Yazar yüzde yüz haklı, muhteviyatı muamma bir tabaka işte içimize basan, “Bir akasyanın altında tüttürülen sigaralara, uzun sabah yürüyüşlerine, öğle sevişmelerine” rağmen dağılmıyor. Acaba “hiç bilmediğimiz bir Ahmet Kaya şarkısı daha olsa,” işimiz gerçekten daha kolay olur muydu?

Hakiki karakterler


Kendisi zapzayıfken basenlerde fazlası olanları, hiç evlenmemişken dul kalmışları, sıfatı hakkıyla taşıyan bir “akil kadın”ken zırcahilleri, kendi sosyal statüsünden, sınıfından, politik görüşünden olmayanları ustalıkla anlatmasını beceriyor Pınar Öğünç. Alt sınıflara ve büyük şehrin ötesine dair hikayelerde hakiki karakterler çiziyor. Tezgahtar –pardon, satış görevlisi– genç kadınları anlattığı “Paket Lastiği”nde müşterilere –pardon misafirlere– büyük anlayış ve güler yüz gösteren Sevda'nın evdeki afra tafrası sınıflar arası ilişkilerin bireyler üzerindeki etkisini zahmetsizce özetleyebiliyor. Zaten sınıfsal duyarlılık şehrin mutena semtlerinin ev köpeklerine dair hikayede (“Hayvan Kaynakları”) bile kendisini hissettiriyor: “Bu şehrin köpekleri zengini fakiri biliyor. Öyle hırsıza ayyaşa, deliye filan havlamak değil, bildiğin kıyafetinden ayırıyor. Ucuzundansa başlıyor ulumaya. ... Fakirin kokusu mu var lan, onu mu alıyor eşşeğin evlatları?”

Didim'deki mevsimlik turizm emekçilerine dair “I love you Şermin” de çok iyi bir hikaye. Yazları büyük otellerde garsonluk yapan, diğer mevsimlerde yol kenarında organik –ev yapımı demek yetmiyor artık– salça, reçel, kekik satan Ali'nin, ilkokul arkadaşı İsmail'in dükkanında gördüğü Finlandiyalı turist kıza kara sevdası hikayemizin konusu. Zeki Demirkubuz filmlerindeki yarım yamalak romantizmi hatırlatıyor. Ali en yakın arkadaşlarından saklasa da bu hikayenin okuru olma ayrıcalığıyla biliyoruz, aslında genç adamın aşkı çok büyük, adeta içi kendine dar geliyor. Ama duygularını anlatmaya, yaşamaya kalkınca, aşkı bir anda güdük kalıyor, komik oluyor, otoyol kenarına kurulan iğreti tezgahlardan farkı kalmıyor.

"Okuru bir hayat bilgisiyle bırakan yazarlar güzeldir"

Pınar Öğünç, gazeteciliğiyle tanınan iyi bir yazar. Yakınlarda “Aksi Gibi” isimli, İletişim Yayınlarından bir öykü kitabı çıktı. Böylelikle Öğünç’ün iyi bir edebiyatçı olduğunu da keşfetmiş olduk. İnsani durumları, önemsiz gibi görünen detayları, şehir manzaralarını, “nefes alır gibi işlenen küçük kötülükleri”, tuhaf karşılaşmaları anlatan yeni ve dinamik hikâyeleri var Öğünç’ün. Görünen o ki, tarzı ve edebi tutumu, hem beğeni topluyor hem de bu ilgi giderek kemikleşecek bir okur kitlesi yaratacak gibi görünüyor. Öğünç’le kitabını, edebi ilgilerini, yazarlık yaklaşımını ve meselelerini konuştuk.

İSMET AYAZLI

Söyleşilerinizde gazeteciliği de zaten öykücü “gibi” yaptığınız veya gazeteciliğe öykü yazma hevesiyle “geldiğiniz” konuş Özellikle Amerikan edebiyatında bu bağ çok güçlü: Gazetecilik deneyiminden sürekli beslenen büyük yazarları en çok oradan biliyoruz. Etkilenmek gerekmez ama bilmem onlarla bir ilgi ve gönül bağınız var mı? Genel olarak Siz bu ilişkiyi nasıl hissettiniz?

Ben yazmayı zanaat olarak almaktan yanayım. Öyle büyük harfli, büyük tonlamalı edebiyattan da gazetecilikten de hazzetmem. İkisini besleyen kaynakların da çok benzer olduğuna inanırım. Benzer bir merak ve anlama arzusu. Gazetecilikle edebiyat, hakikaten birbirlerini de büyütürler de. Ama gönül bağı kurulacaksa önce dünyanın dört bir tarafında, içinde sadece edebiyat hayaliyle gazetecilik yapanlarla kurarım mesela. O arada bir yerde sıkışanlarla. Adını hiç bilmediklerimizle. Hiç bir kitabı olsun diye diretmemiş, belki bunu istemiş ama mecali yetmemiş olanlarla. Yazarak geçinme labirentine bir girdiğinizde bu zanaatla belli seçenekleriniz var hayatta, gazetecilik bunlardan biri ama edebiyat değil. Üstelik diyelim bir banka memurunun, bir doktorun mesaisinden geriye kalan zamanda yazmasına da benzemeyen bir yanı var edebiyat hayaliyle gazetecilik yapmanın. Hurufatla ilişkinizi yormayı göze alıyorsunuz demek.
Aksi Gibi’nin insanlarında sıkı sıkı bastırılmış, kat kat düğüm atılmış öfkeler var. Öfkenin kol gezdiği bir zamanda ve toplumda, öfkelerini kendilerinden bile saklar gibiler, ya da onu ne yapacaklarını bilemez gibiler. Nasıl oluyor? Ve ne olacak?

Bilmiyorum Aksi Gibi’de öfkelerini saklayanlar mı çoğunlukta, artık saklamaktan vazgeçenler mi? Bazı fizik yasaları toplumların tabiatına da uyuyor. Bastırılan, yükselerek fırlıyor sudan. Bir gün bir grup kadın taciz eden erkeğe “yeter” diyor. Başka bir hikâyede apartmanın “en alt katındakinin” mektubu kapıların altından sessizce itilebiliyor. Öfke bir marka değil birbirinin aynı olsun, meyve değil tatları birbirine benzesin. Muhtelif çeşidi, kaynağı, rengi var. Ama benim açımdan şu kesin… Her tür eşitsizlikten mülhem öfke, bu öfkenin saklama kapları, patlama anları ilgimi çekiyor, gözümü o taraftan alamıyorum.

Tuhaf Zamanlarda Laf Kıymeti Olmayanlar

BEHÇET ÇELİK




“İçten içe olan her şeyden korkuyorum. İçten içe gerinen fay hatlarından, sessizce köpürmeyi bekleyen yanardağlardan, gizli yerlerinden çatlayan duvarlardan, belli etmeden çürüyen asırlık kavaklardan, aslında ne zamandır bitmekte olan ilişkilerden ve bunların hiçbirini zamanında göremiyor olmaktan korkuyorum.”
“Evde Yokum” başlıklı öyküde anlatıcının korkularından söz ettiği bu satırlarda Pınar Öğünç’ün öykü anlayışına dair bir şeylerin de saklı olduğu söylenebilir, ama bunun nedeni öykülerde “içten içe olan” ve göremediğimiz bir şeylerin üstlerindeki türlü çeşit örtünün sıyrılıp görünür kılınması değil. Gerçi bir anlamda, görünür kılıyor ama derinde olanın üzerindeki örtüyü sıyırdığı pek söylenemez Öğünç’ün; belki sadece örtüye çekidüzen vererek, “burada bir örtü var” demeye getiriyor. Sadece bu kadar değil ama ötesi de var: Pınar Öğünç, öykünün salt okumakta olduğumuz metinden ibaret olmadığını hissettiren öykücülerden – öykülerin, bize anlatılmamış olsa da, anlatılanlar sayesinde haklarında bir şeyler sezdiğimiz öncesi ve sonrası da var. İşte, çok zaman oralarda, öykünün yazılmamış öncesinde ya da sonrasında, “içten içe olan şey”i görmek, alttan alta kaynayanın, titreşenin, köpürenin ne olabileceğini öğrenmek mümkün.
Anlatıcı Hisleri
“Evde Yokum”un ilk cümlesi mesela: “Fark ettim ki uzun zaman olmuş kapıyı anahtarla açmayalı. Hep kapı açılan olmuşum bir süredir.” Öykünün devamında girişteki bu iki cümleyle ima ettiklerine tekrar dönmez anlatıcı, evde olmadığımız saatlerde evin ne durumda olduğundan, bir evin boş ya da eşya yerleşmiş hali arasındaki farklardan, eşyanın durduğu yere insanın zamanla alışmasından ve alışamamasından söz eder. Evin içinde dolaşırken aklından geçenleri şöyle özetler bir yerde: “O gün karanlıkta odaları dolaşırken aklımdan bunlar geçiyordu. Nelere alıştığımı bilmek istiyordum. Neyi görmemeye başladığımı, neyin aslında bana uymadığını, nereden çürümeye başladığımı…” Onu böyle bir muhasebeye itenin ne olduğu hakkında da hemen hemen hiçbir şey söylenmez; her zamankinden farklı bir saatte evde olmak gibidir bunun nedeni – görünürdeki yanıt budur, ama ya gerçek yanıt, içten içe olanlar? Bunun yanıtı öykünün öncesindedir. Kendisine kapı açılan değil, boş eve kapı açarak giren biridir artık öykünün anlatıcısı. Böyle başlamıştı öykü. Nedenleri, nasılları bizim için öykü boyunca meçhul kalsa da, öykü boyunca anlatıcının yaşadığı dönüşümün etkisini, sonucunu derinden hissederiz. “Kapı açılan” olmaktan çıkmanın ya da buna benzer dönüşümlerin insanın iç dünyasında neleri altüst ettiğinin (ya da yerine oturttuğunun), “içten içe olanlar[ın]” görünürlük değilse de sezilirlik kazanmaya başlamasıyla odağın kayıp perspektifin nasıl değiştiğinin anlatıldığı öyküler yazmayı seviyor Pınar Öğünç. Bu tarzdaki öykülerde olayların geçtiği anda anlatıcının neler hissedip düşündüğünün yanı sıra anlatı zamanının öncesini, o âna kadar birikenleri, biriktikçe köpürmeye başlayanları da sezmek mümkün oluyor.

Akademi Kitabevi


arigato: Aksi Gibi, Pınar Öğünç

cidden pis, hatta bulaşık, terbiyesiz ve tüketici bir okurumdur, aynı anda değişik veya aynı stillerde 5-6 kitabı birlikte okuduğum olur, bir ikisi yatak başında (uykum da huzursuz ve kaçak olduğundan, kendimi kitapla bayıltırım), birisi bazen tuvalette (obsesif olduğumdan, genelde tuvalette sadece dergi okumayı tercih etsem de), bir tane mutfakta, bir ikisi notu çıkartılmak üzere masada, diğeri masanın yanındaki koltukta otururken okunanlar ve tabii bu mekanlar arasında yer değiştirenler. ama konu benim bir okur olarak berbat alışkanlıklarım değil. bu aralar kendimi romanda Coetzee ve Dostoyevski'yle sınırlamaya çalışıyordum. ve niyetim bir süre boyunca bu okumalara ve uzantılarına ara vermemek, en azından bu defa biraz ciddi ve kararlı olabilmekti.

pınar öğünç'ün "aksi gibi"sini bu yüzden bekletiyordum, aslında tam olarak iradi bir bekletme sayılmazdı bu, yani okumadan bekletme konusunda pek iradeli değilimdir (keşke birkaç çift daha gözüm olaydı), kadıköy'de kitap geçen hafta boyunca tükenmişti, kitabın elinde olduğunu bildiğim arkadaşım da gene pis okurdu ve onun karalanmış, her yanına notlar alınmış nüshasının dikkatimi dağıtmasına, obsesyonlarımı azdırmasına ve daha birçok şeyler yapmasına izin veremezdim. zaten istesem de bu ara kitabı ödünç vermeyeceğini biliyordum. (sürekli hikâyelerden bir şeyler anlatıp duruyor, canımı sıkıyordu,, "bir dur biz de okuyalım arkadaşım" demiyordum, sırf heyecanını kırmamak için.) tüm bu faktörler olmasa o kitabı tuvalete gittiği bir an çantasından hacamatlamayı ben de bilirdim yoksa.

bu gibi nedenlerle efendice beklemedeydim. ta ki aynı arkadaş -dün bir kitaba ihtiyacı vardı- beni kadıköyün gene güzide bir kitapçısına sokana kadar. "tamam, ben de bir aksi gibi patlatırım o zaman kendime," deyip takıldım peşine ama içimden de kitabı bulamamayı diliyordum; sırada söz verdiklerim vardı, ah şu maymun iştahlık! neyse, kitabı aldım neticede, sonra dolmuşa yollandım, ay açmıyim diyorum 10 dakikalık yolda heba olmasın bu başlangıç, hem eve gidip ortalığı toparlar, kedilerin pokunu temizler, alternatif mama uydurup seslerini keser, biraz oynayıp enerjilerini alır, şöyle bir banyo yapar, temiz ev kıyafeti giyer, bir kahve koyup tiril tiril okurum diyorum ama dayanamayıp kitabı açtım, dolmuş kalkana kadar arka kapağı, yazarın özgeçmişini, hazırlayanları, hikaye başlıklarını falan okudum vakit geçsin de başlamayayım diye. ama dolmuşun kalkışı gecikince (bostancı yolunun berbat dolmuşları), "I love you Şermin"i istemeye istemeye bitirmiş bulundum ama hani dikkatimi de tam vermedim ki, eve gidip sonsuz detaydaki işleri halledince pür dikkat, pür haz baştan alırım diye.

neyse, rutin işleri hallettim, kahve içip ortalığı dumana boğmadan yatağa girdim, zaten kitabı eve gidince yatağın başındaki küçük ikinci el komodinin üstüne koymuştum, evdeki şeylerle uğraşırken de karamazovlara mı devam etsem, aksi gibi'ye mi yönelsem onu hesap edip durdum. hem ertesi günü çeviri mesaisi bitince şöyle birkaç temiz saat versem kendime, uykuyla da bölünmez diyorum, beklet pınar'ı diyorum, pis okurluğunla kirletme, çek ellerini! zaten bu tatlı incelikteki kitapları bir şeylerle bölmek adetim değildir, falan filan. böyle böyle, elim kararsızca kırmızı kalın cilde gitti, sonra yatak için bileklerime ağır gelen kitabı dosto'dan af dileyerek kenara bıraktım ve aksi gibi'ye başladım, napayım. uzunca zamandır, gözümden uyku aktığı halde bırakamadım kitabı. o yorgunlukla "I love you Şermin"in sonunda, "seninkilere mi haber versek?" diyor ya Ali, fena oldum, şermin'ler vurulunca, hakkımızı kim savunacak, bütün mesele bu gibi geldi. dostoyevski'nin meftun olduğum büyük metatarihsel soruları uzaktan belli belirsiz görünen bir kıyı gibi kalmıştı. dönüp şöyle bir baktım, geri dönme sözüyle el salladım ve sayfayı çevirdim. "Sağ Göz," ne diyeyim, tüm absürtlüğünün yanında böyle bir narinlik; sevilenlere, anılara, geçip gittiğin yerlere az uzaktan, az değişik bir açıdan bakmak, nasıl da yapraklar gibi inceciğiz.

"Hayvan Kaynakları," "Paket Lastiği," "Bülent Ersoy Taklidi," "Nadide'yle Muhterem," "Salacak'ta Titanik," "900 Saniye," "Soğuk ama Girince Alışıyor İnsan," Vücut A.Ş.," "Kalıcı Makyaj," "Sevgi Sitesi" çok şey düşündüren, su gibi akan güzel hikayeler.

Aksi Gibi üzerine

DENİZ DEHRİ

Belli bir yaşın (diyelim ki 40) altındaki edebiyatçılarımızın, belli bir yaşın üzerindeki edebiyatçılarımızın da olduğu gibi, çoğu erkek. Belli bir yaşın üzerindeki edebiyatçılarımızın biyolojik arkaplanları ile çok meselem yok, ama -pek çoğunu da severek okuduğum- belli bir yaşın (demiştik ki 40) altındaki erkek edebiyatçılarımızda böyle bir okurken insanı ara ara huylandıran, sanki dudağını gevelerken ağzına bir adet bıyık kılı kaçmış da onu bir türlü bulamıyormuş ama yutsa da olamıyormuş hissi uyandıran taraf var, şimdi tam açıklayamayacağım. Yer yer, dönem dönem artan bir delikanlılanma var, en afilisinde bile bir nevi kabadayılanma var, bir biz çok alkol aldık zamanında, anlıyor musun? var, bir bir keresinde pavyonların olduğu mahalleden geçmiştim, hiç aklımdan çıkmadı o bir keresi, üzerine 4 öykü bir roman yazdım var.
İşte Pınar Öğünç’ün hikâyelerini -başka bir sürü pozitif sebebin yanında-bir de bunun olmayışından dolayı keyifle, hafif hafif gülümseyerek filan okudum. Anlatıcı ne çok erkek ne çok kadın bir dil tutturduğu için ekstra keyifle okudum. İlk hikâye I love you Şermin herhalde kitabın en kuvvetli hikâyelerinden birisi, kanırtılmamış ve tadında. Son hikâye olan Sayın D1 Blok Sakinleri ise neredeyse edebiyatta bizzat kendi temsilimi bulmama yaradı, hem sinirden hem gülmekten öldüm :) Ama en uzun süre hatırlayacağım ve şimdiden birkaç kişiye tavsiye etmeyi planladığım hikâye Bülent Ersoy Taklidi oldu.  Okuduğum sesin ne kadarının kurmaca anlatıcı, ne kadarının bizzat kitabın yazarı (PÖ) olduğunu kestiremesem de, daha çok PÖ gibi okudum, atanamamış binlerce PÖ adına dayanışma duygularıyla okudum. Empatilenip sempatilendim.

Saturday, February 28, 2015

Pınar Öğünç'ün Öykülerini Anlama Rehberi



EZGİ BİLGİN


Gündelik hayatın yarattığı insan tipleri ve şehrin zorunlu kıldığı bir gündelik hayat. Pınar Öğünç’ ün Aksi Gibi’deki hikâyeleri bu denklem arasında geçiyor. Bu öykülerde; çok katlı apartmanların, ‘her şey dahil’ tatil köylerinin veya spor aletlerinin yerleştirildiği parkların önerdiği gündelik hayatı yaşayan insanlar, bu hayatın onlara biçtiği rolle imtihan ediliyor.
“Sayın D1 Blok Sakinleri” adlı hikâyedeki karakter yaşadığı çok katlı apartmanın etkisinde gelişen suni ve hiyerarşik ilişkilerle sınanır. Ama bu imtihanın ilginç tarafı; tek boyutlu, stereotip karakterlere izin veren anaakım edebiyatın aksine, sonunda karakterin içindeki demonik tarafı ortaya çıkartan bir isyan olması. Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” hikâyesine benzer biçimde -orada da yaşamın ona verdiği zorunlu rollerle yenişemeyen karakter, insanlardan intikamını onlara tehdit mektupları yollayarak alıyordu- sonunda o da dayanamayıp yaşadığı apartmandaki komşularına tehdit mektubu yazar, içinde ne varsa döker ve şöyle bitirir: "Sayın D1 Blok sakinleri, şimdilik kapınızın altından bu metni atıyor, sizi uyarıyorum.”
Aksi Gibi gündelik hayatın mikro hikâyelerini makro alana taşıyarak politik bir dil üretebilen öyküler içeriyor. "Vücut. A.Ş" hikâyesinin beden algısına dair söyledikleri egemen sistemin kadın bedeni üzerindeki hakimiyet çabasını hatırlatıyor. En güzeli de burada Öğünç’ün ‘iç organ’ metaforundan yola çıkıp erkek egemen kodları alaya alması. "I love you Şermin" hikâyesinde, geçim sıkıntısının etnisite ve kimlik karmaşasının üzerini örttüğü anlar ise bu kavramların ciddiyeti ve birbirleriyle ilişkileri üzerinde düşünmeye yol açıyor.


Ömre bedel an gibi...

Ayrıntılar ve an. Sanırım zamanımızın iki gizemli olgusu. Hayatın belki de şifrelerini barındıran bu kavramlara ne kadar uzak, ne kadar yakınız ya da bunların ne kadar farkındayız? Gazeteciliğinden tanıdığımız Pınar Öğünç’ün Aksi Gibi’deki öyküleri tam da bu temel zemin üzerine kurulmuş. Yazarla ilk öykü kitabını konuştuk.



YUSUF ÇOPUR


Hayvan Kaynakları, Paket Lastiği, Bülent Ersoy Taklidi, Evde Yokum, Kalıcı Makyaj... Öykülerinizde ilk dikkatimi çeken hemen hepsinin dingin bir ruhunun olması. Her şeyin hızlıca yaşanıp tükendiği bir zamana yazarın bir tavrı mıdır bu sükûnetli hikâyeler?
Bir yazı tavrından önce, daha genel bir bakış ve algı tercihi sanırım. Sakince, hakikaten anlama arzusuyla bakmayı tercih ettiğim için yazım buna benziyor. Aslında düşününce hakikaten huzurlu insan sayısı azdır kitapta ama sanırım huzursuzluğu anlamanın, belki onunla uzlaşmanın ya da gerçek sebeplerini çıkarıp onlara öfkelenmenin verdiği bir tür huzur var. Bahsettiğiniz sükûnet belki böyle bir şeydir. 
Aynılıktan, benzemekten, hatta ruhsuzluktan bunalmış bir dili var öykülerinizin, ne dersiniz?
Mikroskopla bakınca mesela sandalye bacağından bir kıymık, bir damla sirke, bir nane yaprağı bildiğimizin dışında, çok şahane görünür ya... Bir sanat eseri gibidir. Şiirseldir hatta. İnsanlara, anlara, sokaklara böyle mikroskopla bakmayı seviyorum galiba. Çok gündelik karşılaşmalar üzerine “Ya bir dakika...” diyesi geliyor insanın. “Burada başka bir şey oluyor” diye düşünüyorsunuz. Dümdüz anlatılsa dahi sıradanlık kendiliğinden gidiyor sanki böylelikle. Ki yapmaya çalıştığım da o soğukkanlılıkla, lafı hiç dolandırmadan anlatabilmek. Süslemeye çalışmadan, cambazlık yapmadan, sadece görüntülere odaklanarak. 
Öykülerinizdeki bir izlek de değişim. Bu, izlek sakinlikle birleşince ilginç bir duygu hali çıkıyor ortaya. Durgun bir değişim, acısız, sancısız. Veya değişmekten korkan ya da tedirgin olan karakterlerin kalp sancıları...
İradi olanı var, mecbur bırakıldığımız değişimler var. Tecrübenin dönüşümüyle kendiliğinden gelenleri var, inadına değişimler var. Biri bütün hayatı değiştirebiliyor, biri belki milim kadar. Bazen değiştiğimizi bile anlamıyoruz. Sancılı olanı var ama her zaman öyle külfet gibi yaşamıyoruz. O yüzden öyle tek, doğru bir cümle kurmak zor. Ama her haliyle ilgimi çekiyor diyeyim. Özellikle altını çizmek için ya da yabancılaşarak bakmıyorum. Kendi hayat hikâyelerimizin en ilgi çekici bölümleri de böyle irili ufaklı değişim anlarında çıkıyor bence. 
Sorularımı tüm öykülerinizle ilgili soruyorum çünkü hepsi kendi içinde bir zenginliğe sahip olsa da bütününde aynı ruhu taşıyor. Öykülerin tamamından kalan hislenişler de kendi başına bir öykü oluyor kitabı bitirince. Bu bir tercih miydi, öykülerin bitimindeki doğal bir süreç mi?
Söz ettiğiniz şeyi tasarlamak, bunun baştan planını yapmak zor. Yapma durur, sırıtabilir en azından. Bazı öyküler birbirinden bu kadar ayrıyken, bütününde sizde böyle bir duygu bırakması benim açımdan güzel bir şey. İnsan çok sevdiği filmlerin, kitapların sonunu unutabiliyor ama bütünü bir duygu bıraktıysa, o asla gitmiyor.

Saturday, February 21, 2015

Yeni gerçekliğin eleştirel dili



ÖMER ERDEM



Her hafta onlarca yeni kitap çıkıyor. Heyecanla bakıyorum onlara. Gençleri, genç şair ve yazarları daha yakından izliyorum. Beklentim ve heyecanım bazen karşılık buluyor bazen de hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Yazının, yazarlığın gittikçe gençleştiğini, gençlerin okumada olmasa bile yazma konusunda daha tutkulu olduklarını gözlemliyorum. Şiir yazanlar her zaman çoğunlukta olsa bile, yoğunlaşmanın öykü ve romana kaydığını söylemek zor değil. Daha çok sosyolojik sebeplerle açıklayabiliyoruz bu durumu. O sosyolojik sebeplerin dikenli tellerinden sıçrayıp has edebiyatın bahçesine girmeyi başaranlar yepyeni ve umut verici kitaplarla çıkıyorlar karşımıza. Belki günü geldiğinde bu yeni öykücülerin iştahını daha çok roman göstergeleri kabartacak, aklını roman türünün dolayım kolaylığı çelecek, ama olsun. Olan iyidir ve insan olmuş olandır. Şiire gelince, ondaki durum hep farklıydı, bugün daha bir farklı.
Ne var ki bu fark ve ayrışmanın birleşen noktalarını görmek de mümkün. Gerçeğin daha doğrusu hayatın yalın halinin kurguyla işlenebilmesi diyorum ben ona. Genç ve yeni öykücüler, şairler de dahil buna, geçmişin gerçeklik algısının dışında, yepyeni bir gerçeklik algısı üretmiş ya da devralmış gözüküyorlar. Özgürler her şeyden önce. Görselliğin ve görsel eserlere kolay ulaşmanın payı da olmalı bunda. Bir de kentli olmak var. Kent, karmaşık hatta kaotik bile olsa sonuçta bir kurguyla çıkıyor genç şair-yazarın karşısına. Dünün gerçeklik algısı soyut ve ideolojik refleksler içeriyordu. Bugünün gerçekliği ise yaşama arzusu ve gerçekliğin çiçeklenişiyle dolu.
Hayatlar benzeşse bile
Pınar Öğünç, başka başka katmanlara yayılsa bile bu yeni gerçekliğin kurgusunu çözmüş ve kendisine çizdiği algı ikliminde konuşmanın cesaretine kavuşan öykücülerden. Söylemek istediğini nerede sezdireceğini, nerede açığa çıkaracağını, nerede durup nerede ilerlerse hayatın tam içinde kalacağını biliyor izlenimini veriyor güçlüce Aksi Gibi kitabında.
 “I love you Şermin”, sosyolojik, politik ve psikolojik katmanı birey üzerinden öykünün yaşar konusu yapabilmenin tipik bir göstergesi. “Sağ Göz” ise birkaç kez denediği fantastik ve soyutlamacı ironinin bir yansıması. “Hayvan Kaynakları!”, hayata tokatı nereden atacağını ve eleştirelliği hangi ipe bağlayacağını bilmenin karşılığı. Öykü adına, gerçekliğin dönüşümü adına kazanç ve gösterge.

Notos'ta Aksi Gibi

Notos, Şubat 2015

"Aksi Gibi, yüzde 99’un hikâyeleri"



CAN ÖKTEMER



Pınar Öğünç, geçtiğimiz günlerde hoş bir sürpriz yaparak, İletişim Yayınları'ndan çıkan ilk öykü kitabı Aksi Gibi’yi yayınladı. Gerçi Öğünç'ü köşe yazılarından takip ediyorsanız, o yazılardaki edebi lezzetinde farkındasınızdır. Bu anlamda, onun köşe yazılarına sinmiş etkileyici anlatımının öykülere de sinmiş olduğunu göreceksiniz. Öğünç'le kadınları, yalnızları, platonik aşk girdabına tutulmuşları, mutsuzları, sistemin çarklarına sıkışmış boynu bükük beyaz yakalıları ve korkularla yaşayanların öykülerini anlattığı Aksi Gibi’yi konuştuk.
- Geçtiğimiz günlerde ilk öykü kitabınız Aksi Gibi'yi yayınladınız. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Bu kitaptaki öykülerin bir kısmı zaten yazılmıştı; bir kısmının notları farklı defterlerde uyumaktaydı. Haziran itibarıyla, çok çalışıp bu kitabı sonbahara bitirme kararı almıştım zaten. Daha önce de çok yoğun çalıştığım dönemler oldu gazetecilik nedeniyle ama bu özlediğim bir tür yorgunlukmuş. Hiç acıtmadı, usandırmadı. Bilakis Aksi Gibi’yi bitirirken daha sağlıklı bir insana dönmüş olabilirim.
- Uzun yıllardır gazetecilik ve köşe yazarlığı yapmaktasınız. Öyküleri yazarken gazetecilik deneyimlerinizden yararlandınız mı? Köşe yazarlığı ve öykü yazarlığı arasında bir akrabalık var mı sizce?
İyi yazı yazmanın kaideleri bence birçok türde benzeşiyor. Ama gazeteciliğin, bilhassa muhabirliğin hikâyeciliğe ayrıca katkısı var. Bir kere haberler nedeniyle kendi hayat çizginizde belki asla giremeyeceğiniz dünyalara giriyorsunuz, belki asla yolunuzun kesişmeyeceği insanlarla sohbet ediyorsunuz. Soru sorma kabiliyetinizi geliştiriyor. Bu çok öğretici bir hayat bilgisi her şeyden önce. Bir de “insanlar nasıl konuşur” kısmı mühim. Günlük diyalog yazmak kolay zannedilir ama kimin hangi kelimeleri seçeceği, dilbilgisini nereden kıracağı gibi detaylarla doludur, incelik gerektirir. Gazetecilik sayesinde muhtelif konu üzerine binden fazla insanla konuşmuşumdur, onların ses kayıtlarını deşifre etmişimdir. Muhteviyatı unutsanız bile, içerde bir yerde onların kaydı var sanki.
Aksi Gibi'de "hayatı roman" gibi olmayan sıradan insanların, sıradan hayatlarını yalın ve etkileyici bir dille anlatıyorsunuz. Sizi bu hayatları anlatma isteği doğuran, ilginizi çeken unsur neydi?
Öncelikle “sıradan hayat”, “sıradan insan” tamlamalarından çok hazzetmiyorum. İçime sinmiyor. Sadece sizin için demiyorum, bu kötü niyetli de olmayan genel bir kullanım. Ama kafama takılıyor, kimin hayatı sıradan değil mesela? Daha heyecanlı meslekleri olanların mı? Meşhurların mı? Bir sıradanlık mevzubahisse, o meşhur politik slogandaki gibi “Biz yüzde 99’uz”. O yüzden, bence bunlar yüzde 99’un hikâyeleri. Yüzde 99 olarak üzerinde durmadığımız, yüzde 1’e girmediği için önemsiz, kıymetsiz, manasız sandığımız teferruatın hikâyeleri.


İstanbul Art News'ta Aksi Gibi

İstanbul Art News - Edebiyat, Şubat 2015, Aslı Tohumcu

Wednesday, February 11, 2015

"Aksi Gibi" bir Türkiye panoraması...

Pınar Öğünç’ün öykülerinin tamamında çok yakından tanıdığımız insanlarla karşılaşıyoruz. Birbirlerine hiç benzememeleriyle bir çeşitlilik yaratan bu kahramanlar, memleketin hal-i ahvaliyle beraber düşünüldüklerinde kısa bir Türkiye panoraması sunuyor

EMRE BAYIN


1940’larda, Türkçe edebiyat bir yenilikle karşı karşıya kaldı: Garip akımı. Kısaca özetlersek, “her konunun şiirin içine girebileceğini” savunuyorlardı. Bu savlarında haklı olduklarını eserlerinde gösterdiler ve okuyucu nezdinde karşılık da buldular. Lakin kendini yenileyememenin makûs talihi onların da karşısına çıktı, derin bir “çıkmaza” girdiler. Fakat Turgut Uyar’ın dediği gibi, bu çıkmaz “güzeldi” ve İkinci Yeni şiirini doğurdu.

Türkçe öykü ise 1950’lerin başından itibaren büyük bir atılım gerçekleştirdi. Oğuz Atay’dan Yusuf Atılgan’a; Bilge Karasu’dan, Ferit Edgü’ye; Tomris Uyar’dan Leyla Erbil’e; Erdal Öz’den Onat Kutlar’a, Vüsat Bener’e, birçok önemli yazar, bir dilin öykücülüğünü dili kazıya kazıya yeniden oluşturdu. Haliyle uzun yıllar taklit edilmeleri kaçınılmazdı. Onlara öykünen, iyi niyetle yazılmış, ama teknik olarak kötü bir sürü öykü okuduk, okuyoruz.

Bu durum da, bir bakıma, Garip şiirinin içine düştüğü “çıkmaz”a benziyordu ve kendi Turgut Uyar’larını yaratacaktı. 50’lerde yetişen kuşağın birikimini reddetmeyen ve o geleneğe sahip çıkarak Türkçe öykü geleneğinin üzerine eklemlenen Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Ahmet Büke, Şule Gürbüz, Behçet Çelik, Aslı Erdoğan, Seray Şahiner ve Mahir Ünsal Eriş gibi yazarlar; yazdıklarıyla bu görevi üstlenmekten çekinmediler. Denebilir ki, öykümüze ikinci bir altın devreyi yaşatmaya başladılar. Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından bu kitaplara ve yazarlara bir tanesi daha eklendi. Yeri geldiğinde Oğuz Atay’ın izlerini de süren acar gazeteciliğiyle, edebiyata meylini farklı bir mecrada olsa dahi bize her zaman hissettiren Pınar Öğünç’ün Aksi Gibi adlı öykü kitabından bahsediyorum. Elbette bu bir ilk “kitap” ve iddialı yorumlardan uzak durmak gerekiyor; ama bazen bir ilk adım, sonrasında yolun ne yöne evrileceğine dair çağrışımından ve kütlesinden daha büyük bir anlam yaratabiliyor. Bu yüzden bu “ilk adım”a, sonraki kitabı beklemeden hak ettiği anlık değeri vermenin, eleştiri sınırlarını aşan bir yönü olduğunu düşünmüyorum.

Kitap on dokuz kısa öyküden oluşuyor. Kurgulanması hayli zor olan bu “kısa” öykülerin başarısını iki nokta üzerinden görebiliriz. İlki, Öğünç’ün haber değeri taşımayan, günlük hayatın koşuşturmacasının içerisinde hiç kimsenin fark etmediği “anları” ustaca yakalaması. Ki, bir anı yakalayıp anlatmak, geniş bir zaman kesitini, iğneden ipliğe anlatmaktan daha fazla yazarlık marifeti gerektiriyor. “Evde Yokum” adlı öykü, o “anlar”dan birini barındırıyor, Öğünç’ün keskin bir öykücü dikkatine ve marifetine sahip olduğunu kanıtlıyor:

“Kapıyı aralamamla ev bütün gün kapalı camlar ardında biriktirdiği nefesini üfledi yüzüme. Çürük bir dişi varmış gibi değil de, güzel bir akşamdan kalmış gibi. Hoşuma gitti. Elimdeki çantayı bir yana, anahtarı ayakkabılığın üzerindeki vazonun içine atana kadar geçen süre biraz uzayınca apartmanın ışığı da söndü. Bir an mağaramsı bir karanlıkta buldum kendimi. Kıpırdamadığım o zifiri an hoşuma gitti.”

Sıradanın gücü, haklı olmanın burukluğu



İletişim Yayınları‘ndan çıkan “Aksi Gibi” adlı öykü kitabında Pınar Öğünç, annesine benzemekten korkanların, kendisini beklemediği bir kavganın başaktörü olarak bulanların, bir masayla aynı evde otuz beş yıl yaşamaktan ruhu çürüyenlerin dünyasına çeviriyor bakışlarını. Çoğu öykünün sonunda, ağızda haklılığın ve çaresizliğin buruk tadı kalıyor. “Aksi Gibi”, gün içinde kendini birkaç kez mutlaka hatırlatıyor.



SEMİH BÜYÜ



Pınar Öğünç’ün gazete yazılarındaki eşsiz dilini, titizliğini, başarısını bilen biri olarak öykü kitabı çıkaracağını duyduğumda başta endişelenmedim değil. Gazetecilikten roman ve öykü yazarlığına geçiş yapanların yaşattıkları hüsrana bakarsak endişemde haksız da sayılmam. Fakat yanılmışım, genelde büyük şehir cenderesine sıkışan insanların açmazlarını dile getiren “Aksi Gibi”, herkesin muhakkak kendinden bir şeyler bulacağı sağlam bir öyküler toplamı.
Aynı vapura bindiğiniz bir kadının çocuğunu sürekli azarlaması, hiçbir şeyden memnun olmayan halleri içinizde ne uyandırır? Veya kredi kartınızı burnuna doğru uzattığınız, hepi topu üç saniye göz temasında bulunduğunuz bir kasiyerin surat asıklığı karşısında ne düşünürsünüz? Ya da on saattir ayakta çalıştığından bihaber olduğunuz tezgâhtarın istekleriniz karşısındaki bezgin tavırları size ne hissettirir? Yolda birbirinin omzuna vurarak ilerleyen iki gencin hikâyesine dahil olmak ister misiniz?
Yazdığı haberler ve köşe yazılarıyla ezilenin, ötekinin, güçsüzün yanında saf tutan, diline ve duruşuna gıpta ettiğim gazeteci Pınar Öğünç bu sefer öykücü kimliğiyle karşımızda: Aksi Gibi.
Kendimizi günlük kargaşaya bırakıp yanlarından teğet geçtiğimiz, şöyle göz ucuyla dahi bakmadığımız, baksak bile merak edip üzerinde durmadığımız fakat bizzat içinde eridiğimiz kişilerin, olayların, sözlerin toplamından oluşuyor “Aksi Gibi”deki kısa öyküler.
Küçük yalanlar, ilk buluşma heyecanı, kredi kartının asgarisi, iç bunaltan aile halleri, sabah otobüsleri, üst balkondan atılan izmaritler, otoban kenarı satıcıları, mutfak dolabından fayansa süzülen leke… Hah, diyor insan öykünün bir yerinde, bu benim işte, nasıl da yakalamış! Neredeyse her bir ayrıntı farklı şeyler çağrıştırıyor.

Monday, February 2, 2015

Aslında her şey olağan seyrinde

Gazeteci kimliğiyle ve ‘İnce İş’, ‘Asker Doğmayanlar’, ‘Jet Rejisör’ adlı araştırma ya da inceleme kitaplarıyla tanıdığımız Pınar Öğünç, yalın bir dille yazdığı ‘Aksi Gibi’ adlı öykü kitabıyla bu kez bir edebiyatçı olarak karşımızda. 19 öyküden oluşan kitap, ne uzaya uzaya bir hâl olan cümlelere ne söz oyunlarına ne de süslü püslü söylemlere sahip. Olağan seyrinde devam eden hayat gibi, her şey tüm sıradanlığıyla ve sade bir dille aktarılıyor okura.


ELİF KUTLU



Süsleme çoğu zaman bir şeyin kusurlu yanını gizlemek için yapılır gibi görünür. Ya bir kusuru vardır süslenen şeyin ya da bir eksiği… Bu nedenle sade/yalın olmaktan uzaktır. Bu durum edebiyat için de geçerli. Divan edebiyatının kallavi sözler söyleyen yazarlarını/şairlerini ve ustaları bir kenara koyarsak edebiyatta da yazıyı onca gereksiz sözcükle/söz oyunuyla süslemek hep bir kusura/eksiğe/tamamlanmamışlığa delalet gibidir. Bu nedenle özellikle karmaşık, uzadıkça uzayan, söz oyunlarıyla dolu cümleler kurarak “büyük yazar” olma çabasına girenler, sadeliği arayan okurdan her cümlede bir adım daha uzaklaşır.
Oysa temiz bir dille, tane tane, afili sözcüklerle donatılmamış öykülerin, şiirlerin, romanların vb her zaman ayrı bir yeri vardır okurun gözünde. Derdini anlatmak için okuru sonsuz çıkmaz içeren labirentlerde gezdirdikçe sıkan/boğan yazarlar, cümlelerini kurarken okuru anlamsızlığa sürükleyerek mi etkileme çabası içine girer bilinmez. Yine de uzadıkça uzayan, oyunlarla süslenen cümleler okunmaktan çok yazılmak içinmiş gibi durarak “Sanat/edebiyat halk için mi sanat için mi?” tartışmasını akla getirir.
Gazeteci kimliğiyle ve “İnce İş”, “Asker Doğmayanlar”, “Jet Rejisör” adlı araştırma ya da inceleme kitaplarıyla tanıdığımız Pınar Öğünç, yalın bir dille yazdığı “Aksi Gibi” adlı öykü kitabıyla bu kez bir edebiyatçı olarak karşımızda. 19 öyküden oluşan kitap, ne uzaya uzaya bir hâl olan cümlelere ne söz oyunlarına ne de süslü püslü söylemlere sahip. Olağan seyrinde devam eden hayat gibi, her şey tüm sıradanlığıyla ve sade bir dille aktarılıyor okura. Bir yandan da anlatılan hayatların sadeliğinin hatta sıradanlığının yazım diline etkisi olduğunu düşündürüyor kimi zaman ya da tam tersi.
Öğünç, “Aksi Gibi”de bakılmasına rağmen görünmeyen sıradan olayların sıra dışı taraflarını anlatıyor aslında. Öyle ki sıradanlığına rağmen arka planında barındırdığı büyük sorunlar her şeyin aslında teferruatta gizli olduğunun bir göstergesi. Günlük rutinin içinde debelenip duran sıradan insanların, her gün yanımızdan geçip giden ve fark etmediklerimizin, hatta bazen kendimizin öyküsü aslında Öğünç’ün anlattıkları.

Friday, January 30, 2015

"Yaklaşalım, sakince bakalım gibi bir arzu"

Bu ülkede ‘’Pınar Öğünç Gazeteciliği’’ diye bir olgu varsa öykücülüğü de varmış, bilmiyormuşuz. Yazdığı hikayeleri kitaplaştırınca haberdar olduk. "Aksi gibi" sinemasal bir dünyaya götürüyor insanı. Hayatın hem net hem flu halleri var içeride. İlk kare kapakta beliriyor. Sonrası vasati 19 öykü.


KEREM ŞENEL

-Öyküleri okurlara bırakalım, isimlerinden konuşalım istersen. ''Soğuk ama girince alışıyor insan'' öykülerden bir tanesi. Zamanla her şeye alışıyor mu gerçekten insan?
Öykü isimlerinden konuşmak şahane fikirmiş. Bir eşyaya uzun bakınca, bir kelimeyi, cümleyi arka arkaya tekrarladığınızda bir başka gelmeye başlar, şekli şemali, sesi değişir. Denize giren herkes, belki o kadar üzerinde durmadan bu cümleyi illa kurmuştur bence. Çok güzel bir formül var orada, bir tür dayanışma da var, telkin de. Aynı zamanda kendi kendini de ikna ediyorsun, müşterek bir umut sanki. Birbirimize söylediğimiz bir tür parola gibi uzun bakınca. Evet alışılıyor. Büyük acılara alışıp başa çıkacağımız şekillere dönüştürüyoruz onları. Ama akan tavanlara, masa örtüsündeki deliklere, yüzümüzdeki lekelere, başta deli eden sokak gürültülerine, kesif kokulara, hiç hazzetmediğimiz insanlara, memleketin saçmalıklarına da alışıyoruz. Daha az göstermeye başlıyorlar kendilerini zamanla. Bu bazı durumlarda devam edebilmemizi sağlıyor. Ama bazen de elimizi kolumuzu bağlıyor. Alıştığımız yerde kalakalıyoruz. 
- ''Bülent Ersoy taklidi'' adlı öykünde ''Suç ve Ceza'nın geçtiği yerleri görebilmek için Rusya'ya gitmek istedim'' cümlesi var. Senin bir yazar olarak, bir romanın ya da karakterin peşinden gitmek istediğin bir ülke, bir şehir oldu mu?
Hayır, öyle planlı bir gezi yapmadım. Gittiğimiz kentlerin “büyük” yazarları kimi zaman bir turizm paketi olarak da önünüze düşebiliyor. Her benzeri paket gibi iç bulandırıyor. Beni daha çok bazı yazarların, diyelim 19. yüzyılda yürüdüğü sokakların, bugün parke taşına kadar sağlam durması bir acayip yapar. Öyle tarihi eser falan değil, belki hiçbir özelliği olmayan bir sokağın tüm binalarıyla, kaldırımıyla, aynı ruhla ayakta durması… 100 sene, 200 sene evvel, kasap, terzi, yazar, yüz binlerce insanın aynı şekilde oralardan yürümüş olması… Mesela İstanbul için ne kadar imkânsız bu. Bir de neredeyse bununla övünüyorlar, iyice deli oluyor insan.

Wednesday, January 28, 2015

Sıradan insanların sıradan hayatları


Pınar Öğünç Aksi Gibi’de günlük yaşamın hayhuyu içinde derbeder olmuş fukaraları, amcaları, teyzeleri, tezgâhtarları, işadamlarını, gençleri, ihtiyarları; sizi, beni, bizi anlatmayı olağanüstü bir yalınlıkla başarıyor.


ÇAĞLAYAN ÇEVİK

Edebiyat tarihimizin, en önemli ve en çok tartışılan manifestolarından birisiydi Garip önsözü. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet imzalı yazı boyunca Garip üçlüsü kendi şiir anlayışlarını ve peşine düştükleri yalınlığı uzun uzun izah ettikten sonra, eskiye ait olan her şeye savaş açtıklarını dile getirip son cümlelerinde patlatıyorlardı bombalarını: “Halbuki eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lazımdır.”
Bir öykü kitabından söz etmek için, yıllar önce yayımlanmış bir “şiir” önsözünden alıntıyla lafa girmek, birçokları için tuhaf, hatta budalalık olarak görülebilir. Görülmemeli... Çünkü hakkında yazılacak yazılarda ısrarla “gazeteci”liğinin altı çizilecek Pınar Öğünç’ün “öykülerinden” söz edeceksek buna ihtiyacımız var. Peki neden, diye soracak olanlar alıntıladığım cümledeki “şairanenin aleyhinde” ifadesine biraz dikkatle baktıklarında, Öğünç’ün bunun bir benzerini Aksi Gibi adlı öykü kitabında neredeyse birebir uyguladığını görecekler.
Öykücü hiç şairane davranır mı canım, itirazlarını duyar gibiyim. Davranır efendim, bal gibi davranır. Çok eskilere gitmeye gerek yok, 2015’te olduğumuz için yuvarlak olsun son beş yılda yayımlanan öykü kitaplarına bir bakın, neler var neler. Bilhassa son iki yılı çok bereketli öykü yazımının. Bununla ilgili endişesi olanlar da yok değil. Haklılar da. Neyse, konumuz öykünün bereketli sezonu değil. Konumuz, o bereketli sezon içinde “aynı şeyi” yaparak tekrara düşen, sonra tekrarın tekrarına düşen metinler. Çünkü “hayatı roman” olacak kahramanların öykülerini yazıyor birçoğu. Kocaman kocaman kahramanlar, değil öyküye tek ciltlik yüzlerce sayfalık romanlara bile sığmayacak kahramanları anlatıyorlar. Birçoğu da bol kelime oyunuyla “yahu bunu şeyde de okumamış mıydık” dedirtiyordu insana. İlla birer “numara” çekme peşinde yazarlar, öyküler. Usul usul, sakin sakin giden olaylar silsilesi birden Tarantino filmine dönüveriyordu çok zaman. Haliyle zorunlu bir mizah! O dillere destan sokaktaki adam, üçüncü sayfa fukaraları, mahalle komşumuz, ablalar, teyzeler, amcalar, tezgâhtarlar, beyaz yakalılar... O kadar yalın hayatlarına rağmen neredeyse birer süperkahraman gibi çıkıyorlardı karşımıza!
Çünkü zordur, yalın olanı, bütün yalınlığıyla anlatabilmek.
Sıradan insanlar...
Söze şiirden girdik, yine şiir için kurulan bir cümleyi hatırlamak gerek: “şiir aza indirgeme sanatıdır” demişler. Doğru. Öykü de bir o kadar öyledir. Hayatım roman, diyen insanların hayatını öykü halinde yazabilmek için azaltmak, daha da azaltmak gerek. Koca bir ömür de olabilir anlatılan, kısacık bir an... O küçücük anı, uzun uzadıya anlatmak en kolayı. Asıl cesaret isteyeni o küçücük anın, kırılma anının anlatımını aynı kısalıkta, hatta yalınlıkta tutabilmektir. Asıl marifet, o kırılma noktasının bütün yıkıcı etkisini, tek bir sözle gösterebilmektir. Hele bunu, “şairane”lik dolu bir kelime oyunuyla değil de su kadar yalın biçimde anlatabilmek... işte orası biraz zor! Lafı çok uzattığımın farkındayım, ama bunu yapmak zorundayım. Çünkü Pınar Öğünç, Aksi Gibi’de o meşhur sıradan insanları; günlük yaşamın hayhuyu içinde derbeder olmuş fukaraları, amcaları, teyzeleri, tezgâhtarları, işadamlarını, gençleri, ihtiyarları, evlileri, bekârları; sizi, beni, bizi bütün yalınlığıyla anlatırken, bunu yine olağanüstü bir yalınlıkta başarıyor.
Nobel kurulu, Alice Munro’nun ödülü almasına gerekçe olarak ne demişti: “duruluk ve psikolojik gerçekçiliğiyle öne çıkan, incelikle işlenmiş hikâyelerinden dolayı.”
Hiç abartmadan söylemek gerek, Pınar Öğünç Aksi Gibi’de bu gerekçenin tam Türkçe karşılığını veriyor. Bir dantel gibi işliyor anlatacağı olayları, kişileri, hisleri. Bir ilişkiye dair sayfalarca anlatılabilecek kadar önemli, bütün bir metnin çekirdeğini oluşturacak noktayı, bir fiske darbesiyle koyuveriyor öykülerinde. Göz açıp kapayıncaya kadar, birkaç kelimelik bir cümleyle bütün boşlukları dolduruyor.