İletişim Yayınları‘ndan çıkan “Aksi Gibi” adlı öykü kitabında Pınar Öğünç, annesine benzemekten korkanların, kendisini beklemediği bir kavganın başaktörü olarak bulanların, bir masayla aynı evde otuz beş yıl yaşamaktan ruhu çürüyenlerin dünyasına çeviriyor bakışlarını. Çoğu öykünün sonunda, ağızda haklılığın ve çaresizliğin buruk tadı kalıyor. “Aksi Gibi”, gün içinde kendini birkaç kez mutlaka hatırlatıyor.
SEMİH BÜYÜ
Pınar Öğünç’ün gazete yazılarındaki eşsiz dilini, titizliğini, başarısını bilen biri olarak öykü kitabı çıkaracağını duyduğumda başta endişelenmedim değil. Gazetecilikten roman ve öykü yazarlığına geçiş yapanların yaşattıkları hüsrana bakarsak endişemde haksız da sayılmam. Fakat yanılmışım, genelde büyük şehir cenderesine sıkışan insanların açmazlarını dile getiren “Aksi Gibi”, herkesin muhakkak kendinden bir şeyler bulacağı sağlam bir öyküler toplamı.
Aynı vapura bindiğiniz bir kadının çocuğunu sürekli azarlaması, hiçbir şeyden memnun olmayan halleri içinizde ne uyandırır? Veya kredi kartınızı burnuna doğru uzattığınız, hepi topu üç saniye göz temasında bulunduğunuz bir kasiyerin surat asıklığı karşısında ne düşünürsünüz? Ya da on saattir ayakta çalıştığından bihaber olduğunuz tezgâhtarın istekleriniz karşısındaki bezgin tavırları size ne hissettirir? Yolda birbirinin omzuna vurarak ilerleyen iki gencin hikâyesine dahil olmak ister misiniz?
Yazdığı haberler ve köşe yazılarıyla ezilenin, ötekinin, güçsüzün yanında saf tutan, diline ve duruşuna gıpta ettiğim gazeteci Pınar Öğünç bu sefer öykücü kimliğiyle karşımızda: Aksi Gibi.
Kendimizi günlük kargaşaya bırakıp yanlarından teğet geçtiğimiz, şöyle göz ucuyla dahi bakmadığımız, baksak bile merak edip üzerinde durmadığımız fakat bizzat içinde eridiğimiz kişilerin, olayların, sözlerin toplamından oluşuyor “Aksi Gibi”deki kısa öyküler.
Küçük yalanlar, ilk buluşma heyecanı, kredi kartının asgarisi, iç bunaltan aile halleri, sabah otobüsleri, üst balkondan atılan izmaritler, otoban kenarı satıcıları, mutfak dolabından fayansa süzülen leke… Hah, diyor insan öykünün bir yerinde, bu benim işte, nasıl da yakalamış! Neredeyse her bir ayrıntı farklı şeyler çağrıştırıyor.
Eşyalar ve yiyecekler de büyük role sahip bu öykülerde. İşe giderken alınan dereotlu bir poğaça, yirmi yıl önce fabrika yollarına düşülen soğuk bir sabahı hatırlatabilir; çaya batırılan gevrek, zihinde bir akraba geçidine sebep olabilir; eski bir National Geographic sayısı, unutulmak istenen lise yıllarına döndürebilir; televizyon kumandası, birçok genç için babalara özgü o meşum despotluğu temsil edebilir.
Öyküden öyküye sıçrarken kâh bir kapıcının apartman sakinlerine yazdığı mektubu kafa sallayarak okurken buluyor insan kendini, kâh sahildeki jimnastik aletlerine gelen yaşlı kadınların patladı patlayacak isyanlarına şahit olurken, kâh bir köpek gezdiricisiyle bir beyaz yakalının muhabbetinin varacağı yeri kestirmeye çalışırken, kâh kimliğinden dolayı dışlanan bir genç için öfkelenirken…
Bir şekilde özdeşleşiliyor, bütünleşiliyor karakterle; sıradanın gücü de burada yatıyor kanımca.
Yazarın malzemesi insansa, insanı süslemeden, abartmadan, karikatürize etmeden; kibri, nefreti, öfkesi, umudu, hırsı, hayal kırıklığıyla, olduğu gibi, en sıradan şekilde anlatmak değil midir zaten bütün marifet?
Pınar Öğünç, annesine benzemekten korkanların, kendisini beklemediği bir kavganın başaktörü olarak bulanların, bir masayla aynı evde otuz beş yıl yaşamaktan ruhu çürüyenlerin dünyasına çeviriyor bakışlarını. Çoğu öykünün sonunda, ağızda haklılığın ve çaresizliğin buruk tadı kalıyor. Aksi Gibi, gün içinde kendini birkaç kez mutlaka hatırlatıyor.
1. Şubat. 2015, egoistokur.com
No comments:
Post a Comment